Translate
28 Aralık, 2009
24 Aralık, 2009
Mehmet Ali Güller - 24 Aralık 2009
Arınç’a suikast yalanı ve F Tipi “Perdeleme Operasyonu"
Arınç’a suikast iddiasının yalan olduğu, Genelkurmay’ın açıklamasıyla da teyid oldu. Ancak daha önemlisi suikast iddiasıyla, aslında TSK’ya yönelik bir perdeleme operasyonu yapıldığı gerçeğiydi. TSK, kendisine yönelik “asimetrik psikolojik savaş”a “yanıt ararken”, F Tipi örgütün “perdeleme operasyonu”na maruz kalmıştır.
Açalım; ama önce suikast iddiasını çürüten olgulardan üçünü sıralayalım:
1.. Suikast iddiasıyla suçlanan Albay ve Binbaşı, 47 günde 25 araç kiralayarak bölgede “keşif” yapıyor. 25 araçla topu topu 80 km yol yapılmış. İzleme faaliyeti için yüksek düzeyde profesyonel bir çalışma tarzı. Üstelik Albay ve Binbaşı Bumerang isimli araç kiralama şirketinden, özelikle güzergâh takibine yarayan GPS cihazının olmadığı araçları kiralayacak uzmanlıkta… Ve de Albay ve Binbaşı, suikast iddiasıyla baskına uğradıklarında da ayrı ayrı araçlarda yer alacak çapta…
Ancak bu uzmanlığa sahip subaylar, Arınç’ın adresini bir türlü ezberleyemeyip kâğıda yazmışlar!
2.. Suikast iddiasını ortaya atanlar, ihbarın 20 gün önce yapıldığını, Albay ve Binbaşı’nın da 20 gündür izlendiğini yazdılar. Demek ki, Albay ve Binbaşı 20 günde ne adresi ezberleyebilmiş, ne de Arınç’ın evini bulabilmiş! Üstelik subaylar iddiaya göre Arınç’ın evinin çevresinde defalarca güvenlik kameralarına yakalanmış! Çevresinde dolanıp dolanıp, üstelik ellerindeki kâğıtta adres yazılı olduğu halde, bir türlü hedefi bulamayan iki subay!
3.. Arınç’ın korumasının ihbarıyla, Arınç’a suikast gibi çok ciddi bir iddia ile baskına uğrayan iki subay, iddiaların “büyüklüğünün” tersine serbest bırakıldılar! Demek ki savcı, yazılan çizilen iddiaların “büyüklüğünü kavrayamamış! Bu arada yazılan çizilenlerin tersine, iki subayın aranması sırasında ne silaha, ne mühimmata, ne ses kayıt cihazına, ne de teknik takip cihazına rastlanmadığının altını çizelim!
Peki, suikast yalan olduğuna göre gerçekte olan biten nedir?
Önce Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasındaki bir satır arasını hatırlatalım: “Söz konusu askeri personel, uzun süredir devam eden, kastedilen bölgeye yakın bir yerde oturan ve bilgi sızdırdığı iddia edilen bir askeri personel hakkında bilgi toplamak üzere görevlendirilmişlerdir”.
İşte suikast yalanının nedeni budur!
TSK, en doğal hakkı olarak, personelini kendisine yönelik “asimetrik psikolojik savaş”a karşı görevlendirmiştir. “35 kişilik ABD özel birimi” destekli F Tipi Örgüt ise TSK’nın “asimetrik psikolojik savaşa” karşı yürüttüğü çalışmaya karşı “perdeleme operasyonu” yapmıştır.
Ergenekon tertipçileri, TSK’nın yüksek komuta kademesine de “ sakın karşı hamle yapma” mesajı vermiştir. Mesajı güçle destelemek için de iki subayı deşifre etmiştir!
“Tarihi fırsat” kaçmadan uygulamaya geçmek ve BOP projesine direnenleri hizaya sokmak gayreti, “asimetrik psikolojik savaş”ın boyutunu hem pervasızlaştırmakta hem de –nasıl olsa halk uyuyor diyerek- daha da ciddiyetsiz kurgular yapmaya itmektedir.
Son bir haftada yaşananlar bile tertiplerin çapsızlığını, ciddiyetsizliğini ortaya koymaya yetmektedir. İntihar eden Yarbay Ali Tatar’a ilk tutuklandığında sorulan soruya bakınız: “Mayıs 2008’de, Beylerbeyi Deniz ve Öğretim Komutanlığı’nda, eski Jandarma Genel Komutanı Org. Şener Eruygur, Doğu Perinçek’le bir toplantı yaptı ve burada size ‘köprü personel’ görevi verildi mi?” Şehir Yarbay böyle bir sorunun neresini yanıtlayabilirdi ki?! Çünkü Perinçek, “Mayıs 2008”de Ergenekon tertibiyle zaten hapisteydi!
Tertipçileri bu pervasızlığa iten nedenlerden biri de, basınımızın, “Perinçek Ergenekon’un tüzüğünü şu tarihte, şu evde, şunlarla yazdı” denildiğinde, “Perinçek o tarihte Haymana Cezaavi’nde yatıyordu” demeyi yüksek sesle söyleme-yazma cesareti gösteremememizde aramak lazım.
Ayrıca “asimetrik psikolojik savaş”ın boyutunun, çapsız-pervasız köşe yazarlarının kaleminde “Ey İlker Başbuğ. Subayın krokiyi yutmuş, ağzından çıkarmışlar, al sana ıslak belge, inanmıyorsan tükürük testi yap” şeklinde cıvıklaşmasını da basın tarihimize not edelim.
08 Aralık, 2009
Presseerklärung: Terroristiche Angriffe
07.12.2009 tarihinde teröristler tarafından, Tokat`ın Reşadiye ilçesi, Sazak mevkiinde hain bir pusu neticesinde 7 askerimizin şehit olduğu haberi yüreklerimizi dağlamıştır.
Ülke genelinde yaşanan son olaylar, Kurtuluş Savaşıyla birleşen ve emperyalizme karşı mücadele eden halkımızı etnik ve mezhepsel temelde parçalanmaya doğru götürmektedir.
Devletimizin ulusal birliği ve bütünlüğü, laik Cumhuriyetimiz ve üniter yapımız tehdit altındadır.
ABD ve AB dayatmaları ile, devletin bölünmesi ve milletin parçalanması için yapılan açılımlardan yüz bulan PKK terör örgütü ve onun siyasi uzantısı olan DTP, binlerce yıllık kardeşlik kültürünü, çirkin bir iç savaş tezgâhıyla baltalamak istemektedirler.
Türk halkı her zaman ki sağduyusu ve kararlı tutumuyla tarihinden ders alarak bu oyunu bozacaktır.
Bu vesile ile şehitlerimize bir kez daha, Tanrıdan rahmet, değerli ailelerine, silah arkadaşlarına ve Yüce milletimize başsağlığı, yaralı gazillerimize acil şifalar dileriz.
Kamuoyuna saygılarımızla duyurulur.
Aydın Yucatur
AADDB Sekreterlik
Verband der Vereine zur Förderung der Ideen Atatürks in Deutschland e.V.
02 Kasım, 2009
"DIE STIMME DER VERNUNFT" - Mehmet Şekeroğlu
Bugün size Reiner Hermann adlı, Frankfurter Allgemeiner Zeitung’da (FAZ) 17 yıldır Türkiye ve Ortadoğu hakkında makaleler yazan, Türkiye bağlamında, tıpkı bizim liboş ve 2. Cumhuriyetçiler gibi Turgut Özal’ı, Fethullah Gülen’i, “Kürt sorunu’na politik çözüm”ü, Türkiye’nin tekrar İslami kimliğiyle barışıp bütünleşmesini savunan, öte yandan, yine onlar gibi Atatürk’ün özellikle Laiklik mirasını ve Türk askerini eleştiren bir Alman entelini tanıtacağım. (“Aydın” demiyorum, çünkü aydın, hiçbir sömürücü gücün ve sömürü ideolojisinin borazanlığını yapmaz).
Reiner Hermann’ın ilk okuduğum ve eleştirdiğim yazısı, 12 Eylül 2000 tarihli FAZ’da yayınlanan, “12 Eylül’ün Mirası” (“das Erbe des 12. September”) başlıklı yazısıydı.
Bu yazısında savundugu iki temel tez şunlardı:
1. Türkiye’deki demokratikleşme hareketinin önündeki asıl engel, politik kadro ve bürokrasiyle birlikte Askeriye’dir (“Militaer”).
2. Türkiye’de devlet ve Askeriye, Kürtler’i ve İslamcıları baskı altında tutuyor. Turgut Özal, Askeriye’nin otoritesini geriletmiş, Kürtler ve İslamcılar konusunda olumlu demokratik açılımlar başlatmış, bu iki sorunun çözülmesi yolunda bazı inisiyatiflere girişmişti. Onun ölümünden sonra geriye gidildi; bugün Kürtlerle İslamcılara karşı düşmanca tavırlar tekrar dramatik hale geldi.
***
Türkiye’deki belirli politik ve bürokratik güçlerin, demokratik açılımları engelledikleri benim de paylaştığım bir eleştiridir. Ama, Hermann’in, - onunla birlikte çoğu Alman entelinin -üzerinde durmadığı asıl belirleyici olgu, ekonomik sistemdir. Emperyalist Batıyla içiçe girmiş olan Türkiye ekonomisi, halkın yüzde yetmişinin aleyhine işlemektedir. Demokrasiye ve insan haklarına yönelik, kökü emek-sermeye çelişkisine dayanan asıl “engeller”, söylenenin aksine, Batının işine gelmektedir ve Batı tarafından içten içe desteklenmektedir. Türkiye’deki dışa bağımlı hakim güçlerin/ burjuvazinin ve onlarla aynı telden çalan Hermann’ın görmek ve göstermek istemediği olgu, kimlikler (Kürtçülük, Tarikatçılık vb.) politikası yapmanın, son çözümlemede, bu emek-sermaye çelişkisinin üstünü örmeye yarayan bir kuru - ama ortalığı toza dumana boğduğu için gerçek yarayı görmeyi engelleyen - „gürültü“ olmasıdır. (Yıllarca süren türban tartışması, bunun çok tipik bir örneğiydi).
Sözkonusu yazısında Hermann, Turgut Özal’ı, Kürtler ve İslamcılar konusunda yaptığı olumlu atılımlar nedeniyle övmekte, ama onun „etik kaygı taşımadığı“nı söylemeden de edememektedir.
Sadece ekonomik çıkar kategorileriyle düşünen, “Ben zengini severim!” diyen ve Hermann’ın bile tesbit ettiği gibi etik kaygıları olmayan birinin, Türkiye halkının büyük bölümünü oluşturan yoksul insanların yararına olacak atılımlarda bulunması, yani emek-sermaye çeliskisine dokunması mümkün olabilir miydi? Onun da zaten böyle bir bilinci ve niyeti yoktu, „yapısı“ gereği de olamazdı.
***
27.03.2004 tarihinde, FAZ’da yayınlanan ve Almanya’daki bazı (Alman) entellerde ve taşeron İslamcı idoologlarda büyük ilgi uyandıran bir başka yazısında, Hermann, Fethullah Gülen’i övmekte, onun, bir diyalog insanı, büyük ağırlığa sahip olan bir „Aklın/ sağduyunun sesi“ (die Stimme der Vernunft) olduğunu söyleyebilmektedir. Ona göre, Gülen, Türkiye dışında da, terör çukuruna düşmeyip dialog köprüsü arayanlar arasında da sesini duyurabilmelidir. Hermann, Fethullah Gülen’in, dini, diyalog adına yaşamın dışına itip hapsetmediğini, dinde, tüm bilimsel ilerlemenin ötesinde hala en etkili bir enerji bulunduğunu gördüğünü, bunun da insanların yaşamını şekillendirdiğini, değerlerini belirlediğini ve medeniyetler yarattığını söylüyor.
Bir Alman entelinden, ABD destekli bir dinsel söylemin akıl/sağduyu kaynağı (veya „aklın sesi“) olduğunu duymak, deyim yerindeyse, insanlık tarihinin acımasız ve „sürtük“ olduğu kadar, iğrenç ve gülünç bir cilvesi olsa gerek!
***
Reiner Hermann’ın Fethullah Gülen’i övdüğü yazılara bir örnek de, aynı gazeteye 09 Ekim 2008’de İstanbul’dan yazdığı, „İnsana hizmet etmek“ (den Menschen dienen) başlıklı yazısıdır. Yazı, „Fethullah Gülen’in Türk hareketi, İslamla moderniteyi birleştirmektedir“ altbaşlığını taşıyor. Bu yazıda da, Hermann, hiçbir eleştiriye yer vermeyen bir özdeşleşmeyle Fethullah Gülen övgüsünü sürdürüyor. Tabii ki bu yazısında da asıl eleştiri okları, Fethullah Gülen’in gerçek değerini bir türlü kabul etmeyen Türkiye Cumhuriyeti’ne, daha doğrusu onu yöneten „Laik, Kemalist seçkinler kadrosu“na yönelmektedir. Hermann, Rick Warren gibi Amerikalı bir tarikat liderinin, Amerikan başkan adaylarını bile kilisesine çağırıp onlara vaaz verdiğini, böyle bir şeyin Türkiye’de büyük tepki göreceğini belirttikten sonra, Gülen gibi karizmatik ve etkili bir vaizin, Türkiye’de İslam devleti kuracağı korkusuyla Kemalistlerce ülkeden uzak tutulduğunu yazıyor.
Hermann’ın yazısındaki ilginç bir bölüm de, Almanya’daki Milli Görüş’le Gülen hareketini karşılaştırdığı satırlar. Milli Görüş’ün, Almanya’daki işçi kökenli Türkler’in örgütü olduğunu belirten Hermann, Gülen taraftarlarının, orta sınıftan, akademik kariyer sahibi kimseler olduğunu, hiçbir karşılık beklemeden „Allah rızası“ için ve – garantisi olmasa da (H. R‘in deyimi) – cennete gitmek umuduyla bu hareketin büyümesi uğruna çalıştıklarını söylüyor. Milli Görüş’ten farklı olarak, Gülen hareketinin Türkiye’nin demokratikleşmesi, orada çoğulcu bir toplumun kurulması için mücadele ettiğini ileri sürüyor. (Bir yandan bu yazıyı bitirmeye uğraşırken, diğer yandan da, şu anda, - 31.10.2009, saat 01.20 - Kanal Türk’te Yiğit Bulut’un programında Nazlı Ilıcak’ın Fethullah Gülen hareketini savunmasını izliyorum ve onun fikirlerinin, nasıl da Reiner Hermann’ın görüşlerine benzediğini hayretle tesbit ediyorum. Ilıcak da diğer (Türk) savunucular gibi, dönüp dolaşıp sözü yurtdışındaki okullarda yabancı çocuklara verilen Türkçe eğitime getiriyor, Bu temcit plavı savunma, bana hep, içi acı olduğu için dışı şekerli tabakayla kaplanan hapları hatırlatır).
Hermann’ın bu yazısındaki bir başka komik tezi de, Gülen hareketinin kurumsallaşmamış ve politika dışı bir hareket olduğunu iddia etmesi: „Bu hareket, politik iktidar yoluyla ‚daha iyi bir toplum‘ yaratmak istemiyor. İstediği, toplumun içine girerek eğitim ve hoşgörüyle insanlara hizmet etmektir.“
(Haklıya haklı: Gülen hareketinin ‚daha iyi bir toplum‘ yaratmak istemediği doğrudur. Bence de zaten asıl sorun budur! M.Ş’nun notu).
***
Reiner Hermann’ın saçmalamalarını üç örnek yazısı aracılığıyla uzun uzun verdim ki, okuyucularım, asla istisna olmayan bu oryentalist söylemi ana hatlarıyla tanıyabilsinler. Bunu yaparken de yazım iyice uzadı.
Burada kesiyorum. Gelecek hafta, bu yazım için okuyuculardan gelecek – ki Odatv’de yayınlanan yazılar, hatta bazen makalenin kalitesini bile aşabilen okuyucu yorumlarıyla bütünlük içinde değerlendirildiklerinde bir anlam kazanıyorlar – yorumları da dikkate alarak, Reiner Hermann ve benzerlerinin Fethullah Gülen aşkının muhtemel nedenlerini irdelemeye çalışacağım.
KÖR NOKTA KÖŞESİ:
Acaba, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsrail’le sürtüşmesi, Yeni Osmanlıcılığa genel destek amacı taşıyan gizli bir planın gereği olarak bir çeşit tiyatro mu?, yoksa, İsrail’in Türkiye’de benim (bizim) bilmediğim(iz) ergenekonvari faaliyetleri mi var(dı) da devlet, Başbakan Tayyip Erdoğan kişiliğinde bunun üzerine (mi) gidiyor?
>Kaynak Odatv
28 Ekim, 2009
25 Ekim, 2009
ABD’nin model ortaklığı ile girilen parçalanma süreci / Mehmet Ali Güller
Türkiye, 19 Ekim 2009’de tarihi bir güne sahne oldu!
Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, Mahmur ve Kandil’den iki “Barış grubu” Türkiye’ye döndü. Silopi’de 34 kişi için düzenlenen törenler, televizyonlardan canlı verildi. Televizyonlara yansımayan ayrıntıları da gazetelerden öğreniyoruz:
Devlet töreniyle karşılama
Şırnak Vali Yardımcısı Abdullah Akdaş başkanlığındaki bir grup “sivil” yetkili tarafından “hoş geldiniz” denilerek karşılanan 34 kişilik grup, sınır kapısının 200 metre ilerisindeki Tarım İl Müdürlüğü binasına götürülmüş. Önceden hazırlanmış odalara yerleştirilen grup, sağlık kontrolünden geçirilmiş. Dört özel yetkili savcı, ifadeleri saat 21:00’de almaya başlamış ve saat 02:00’de tamamlamış. Kişi başı 7 dakika süren ifade alma işlemleri sırasında, dışarıda da sürekli ambulans bulundurulmuş. Öğreniyoruz ki, savcılar ve hakim, 34 kişinin tutuklanmaması için her türlü hukuki yardımı yapmış. Ki zaten gözaltı olmaması için de, mahkeme direkt Habur Sınır Kapısı’nda kurulmuştu. Savcılar, sorguladıkları isimleri, “sayın Öcalan” ve “önderlik” ifadelerini kullanmamaları konusunda ikna etmeye çalışmış. Sorgulamada bu ifadeleri özellikle kullanan beş kişi, “mecburen” örgüt üyeliği suçundan tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevk edilmiş. Savcılık ayrıca, mahkemeye “talepte bulunmamalarına rağmen bu kişilerin etkin pişmanlıktan yararlanabileceğini” anımsatmış. Hakimin, avukatlara yönelik, “Suça konu kelimeler kullanılmasın. Üsluplara dikkat edilsin. Bu kritik süreçte, kimse zor durumda kalmasın” uyarısının ardından, beş kişi, hakimlik ifadelerinde “önderlik” kelimesini kullanmamış. Beş kişiden bazıları, “Sayın Öcalan” ifadesini sorgusunda da kullanmakta ısrar etmiş. Ancak, hâkim bu ifadeleri tutanağa geçmemiş! Böylece yüzlerce kişiyi çok daha hafif eylemlerden tutuklayan yargı beş kişiyi serbest bırakmış! (Milliyet, 21 Ekim 2009)
AKP-PKK pazarlığında DTP arabulucu
Öte yandan hükümet, ifadelerin alınmasından önce avukatlara ve DTP eşbaşkanı Ahmet Türk’e şu mesajı iletmiş: “İfadelerde ‘Hükümetin demokratik açılım projesine destek için buraya geldik’ cümlesinin yer alması zorunlu. Pişmanlık Yasası’nın uygulanmasını istememelerine karşın, ifadelerinde böyle bir vurguda bulunmaları halinde Pişmanlık Yasası kapsamında değerlendireceğiz”. Grup, “Öcalan’ın talimatıyla geldik” ifadesinde ısrarcı olmuş. DTP’li Emine Ayna da “Öcalan’In talimatıyla geldik vurgusu kesinlikle olmalı. Hükümetin talebinin karşılanıp karşılanmayacağına da kendileri karar versin” tezini savunmuş. Ahmet Türk ise “Her iki vurgu da ifadede yer alsın” önerisi getirmiş. Hükümetten, “olumlu” yanıt gelmesi üzerine Ahmet Türk, geceyarısı Habur’a gitmiş ve avukatlarla görüşmüş. “Dmokratik açılıma destek vermek amacıyla ve Öcalan’ın talimatı doğrultusunda Türkiye’ye geldik” ifadesi üzerinde mutabakat sağlanmış. Böylece 5 kişi de serbest kalmış. (Hürriyet, 21 Ekim 2009)
Hürriyet gazetesinin aktardığı bu ayrıntılara göre aslında AKP ile PKK koyu bir pazarlık yapmış; bu pazarlıkta da DTP arabuluculuk görevi görmüştür!
Kaldı ki, MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural da, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün 17 Ekim günü gizlice buluştuklarını ve Kuzey Irak’tan gelecek grubun girişinin organizasyonunu yaptıklarını açıkladı!
AKP, Öcalan’la pazarlık yaptığını itiraf etti
“Barış grubu” meselesi, Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 2009 günü avukatlarıyla yaptığı görüşmede ortaya attığı bir çağrıydı. Öcalan, açılımın önünün tıkandığını, tıkanıklığın da PKK’nın göndereceği iki “barış grubu”yla aşılacağını savunuyordu.
Ancak İçişleri Bakanı ve Açılım Koordinatörü Beşir Atalay, 20 Ekim’de yaptığı açıklamada, “Eve dönüş, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçasıdır” dedi.
İçişleri Bakanı Atalay’dan sonra, Başbakan Erdoğan da Meclis grubunda yaptığı konuşmada aynı şeyi söyledi: “Habur Sınır Kapısı’nda yaşanan manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü? Bu bir umuttur. Türkiye’de iyi, güzel şeyler, umut verici gelişmeler oluyor. Bunu son derece olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum. Şu anda bu, bir milli birlik sürecinin, bir demokratik açılım sürecinin, bir kardeşlik projesinin gereği olarak atılmış bir adımdır”.
Öcalan’ın çağrısının aslında AKP’nin açılımının (aslında ABD’nin) bir parçası olduğunu böylece öğrenmiş olduk!
Baykal: PKK’ya kolaylık, Ergenekon’da ise adaletsizlik
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise gelişmeleri “Bu bir Türkiye projesi değildir. Bu bir AKP, PKK ve DTP projesidir” diyerek yorumladı. Baykal, CHP grup toplantısında şu önemli değerlendirmeyi yaptı: “Artık resmen görülmüştür ki, İmralı’dan gönderilen yol haritası uygulamaya konulmuştur. Birileri bu senaryoyu yazdı. Sahneye kim ne zaman girecek, hepsi belli. İstediğiniz kadar siz ‘Terörü muhatap almıyoruz’ deyin. Muhatap aldılar bile. Niçin indiler onlar? Kendi takdirleriyle mi indiler? Elçi olarak, ellerinde mektupla geliyorlar. ‘Artık silahla bu iş olmayacak’ diye gelmiyorlar. Müzakereye geliyorlar, teslim olmaya değil, teslim almaya geliyor. Gelen PKK’lıları izzet ikramla ağırlıyorlar. Ergenekon’da bu ülkenin dürüst, namuslu gazetecilerini, profesörlerini, aydınlarını neyle suçlandıklarını bile bilmeden yargılıyorlar. Bu adaletsizliğin sona ereceği günler yakındır, hiç merak etmeyin.”
Bahçeli: Proje’nin asıl sahibi ABD’dir!
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de, gelişmeleri “PKK Türkiye’ye değil, AKP PKK’ya teslim oldu” şeklinde yorumladı. Meclis grubunda konuşan Bahçeli, Baykal’dan farklı olarak esas adresi, yani ABD’yi de telaffuz etti: “Bu alçaklık tablosu, Başbakan Erdoğan’ın eseri ve sözde açılımın tipik sonucu. Başbakan’ın sebeplendiği bu yıkım projesi, İmralı canisinin, terör örgütünün Kandil’deki kadrolarının, etnik bölücü mihrakların Barzani ve Talabani’nin etrafında kenetlendiği, Türkiye’ye kefen biçme projesidir. Türkiye’nin bölünmesi için PKK’ya ihtiyaç kalmadı. Başbakan bu projeyi gönüllü olarak okyanus ötesinden teslim aldı. Ayrıntıları görüşmek
üzere de 29 Ekim’de başaktörle buluşacak.”
Bahçeli’nin projenin asıl sahibi olarak ismini telaffuz ettiği ABD de, 20 Ekim günü süreci desteklediğini açıkladı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ian Kelly, “Türk müttefiklerimizin, PKK sorunuyla başa çıkmada gösterdiği çabaları destekliyoruz” dedi. “Başa çıkmada” nasıl bir ifadeyse artık…
20 Ekim’de yapılan ve 7 saat 40 dakika süren MGK toplantısından çıkan açıklama da dikkat çekiciydi. “demokratik açılım” ifadesinin yer almadığı açıklamada, “terörle mücadelenin kararlılıkla süreceği” belirtildi.
Değerlendirme
ABD’nin planı, hızla uygulanıyor. Aktörler, “2009 kritik yıldır” saptamasına uygun şekilde hareket etmektedir:
1.. AKP, ABD planına uygun şekilde Öcalan’la ittifak halinde yola devam etmektedir. AKP, Öcalan’ın çağrısıyla eve dönüşü, açılımın bir aşaması olarak tarif etmektedir.
2.. DTP, AKP ile PKK arasındaki arabuluculuk görevini başarıyla sergilemektedir. Sorguda yer alacak ifadelerin pazarlığı ibret vericidir. Öte yandan ilk olarak 14 Ocak 2000 tarihinde, bir Avustralya radyosunda “Sayın Öcalan” diyen Recep Tayyip Erdoğan, 9 yılda hukuku istediği noktaya getirmiştir!
3.. “Barış grubu” beklendiği dönemde Cengiz Çandar-Hasan Cemal-Soli Özel üçlüsünün Kuzey Irak röportajları, Barzani ve Talabani’nin açıklamaları, kamuoyu imalatında değerlendirilmiştir. Barzani, “Bağımsız Kürdistan” özlemi içinde olduğunu ifade etmiştir.
4.. Eve dönüş törenleri, Türk milleti üzerinde yoğun bir psikolojik savaş uygulandığını göstermektedir. Devlet töreniyle (Vali Yardımcısı başkanlığında) ve “sivil” karşılama, devlet dairesinde (Tarım İl Müdürlüğü) ağırlama, grubu “barış grubu” olarak günlerce kamuoyuna algılatma, gerilla kıyafetleriyle sınırdan giriş, DTP’nin Silopi töreni, Öcalan posterleri, sloganları… 10 yıl önce Öcalan’ın teslim alınırkenki aciz görüntüsünün yerini, 10 yıl sonra, “zafer kazanan gerilla” görüntüsü almıştır!
5.. CHP ve MHP lideri, sürece itiraz etmeye devam etmektedirler. Bahçeli, bir adım daha ileri çıkarak, planın asıl adresinin ABD olduğunu telaffuz etti. Bu doğru bir çizgide muhalefet etmek için çok önemlidir.
6.. Erdoğan’ın “İsrail karşıtı” imajı, AKP’ye “Kürt açılımı” nedeniyle tepki göstermesi beklenen kesimleri beklenildiği gibi frenledi.
Sonuç
AKP, ABD’nin BOP’u gereği, Balkanlar’dan (Davutoğlu’nun Bosna Açılımı) Kafkaslar’a (Ermeni açılımı) ve Ortadoğu’ya (İran karşıtı Arap-Sünni ittifak açılımı) kadar tempolu bir şekilde görevini sürdürmektedir. Bu görev, Başbakan Erdoğan’ın defalarca ifade ettiği ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı olmasından kaynaklanmaktadır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la imzaladığı “2 sayfalık 9 maddelik” gizli anlaşma, bu sürecin ana hatlarını belirlemişti.
AKP’nin son dönemde çizdiği “İsrail karşıtı imaj” da ABD’nin revize ettiği BOP’u gereğidir. Washington Bush dönemindeki “düşman İslam” siyaseti yerine, Obama döneminde “ortak İslam” siyasetini uygulamaktadır. Bu durum ABD’ye, İsrail’in “geçici olarak” frenlenmesini, İran’la düşmanlık politikalarının gevşetilmesini, Türkiye’ye Tahran’ı da izole etmeyi hedefler şekilde Arap-Sünni ittifakı kurdurulmasını gerektirmektedir. Böylesi bir ittifakla, hem “Kukla Devlet”e karşı ortak çıkarları olan Türkiye-İran-Suriye olası denklemi bozulmuş hem de Türkiye ile İran potansiyel düşman hale getirilmiştir. Doğu Avrupa’ya kurulması planlanan füze kalkanının yeni adresinin Türkiye olması bundandır. “Kukla Devlet” ABD’nin Büyük Ortadoğu Stratejisi’nde, Avrasya’ya hâkimiyetinin kilididir. BOP’un nihai başarısı buna bağlıdır.
AKP’nin eli bu yüzden ekonomik olarak da güçlendirilmiştir ki; iç politikada rahat edebilsin. Ergenekon soruşturması da bu yüzden, yani iç politikada AKP’yi rahatsız edecek potansiyele sahip kuvvetleri tasfiye etmek için tertiplenmişti.
Türkiye ABD’nin “model ortaklığı” ile girilen bir parçalanma sürecini sessizce izlemektedir…
21 Ekim 2009
12 Eylül, 2009
Eylül Geceleri/Anneler I*
Yürek aşındıran karanlıkların gövdesinde
sabun kokulu ak-pak geceliklerinden başka sığınakları yoktu
ne baştaki yazmayı tutmaya
ne de iki yakayı bir araya getirmeye yarayan
titrek parmakları amçasız devinirken
Şu insan öğüten dünyada ana olacağıma
bozkırda kaya olsaydım diye diye direndiler
direniyorlar
direnecekler
dününe
bugününe
yarınına
selam olsun anne! ...
Gönül Hürriyet Aydın
*Aynı adlı oyundan
Sosyosomatik bir Maraz Olarak TÜRBAN - Mehmet Şekeroğlu
Yazıyı okumak için aşağıdaki veriyi tıklayınız.
http://www.turkpolitika.com/mehmet-keromainmenu-39/2176?task=view
09 Ağustos, 2009
Iraklı Kürleri himaye, Türkiye'yi parçalar! - Mehmet Ali Güller
ABD düşünce kuruluşu olan “Uluslararası Kriz Grubu”nun raporu hemen tüm yayın organlarında “Iraklı Kürtler Türkiye’ye katılmak istiyor” başlığıyla yayınlandı.
En son söyleyeceğimizi şimdiden söyleyelim. Bu rapor yalandır!
ABD’nin bu raporu, bir sonucu değil, bir niyeti beyan eden, bilimsel olmayan bir “kağıt parçası”dır.
“Kukla Devlet” nasıl yaşar?
Raporun hangi hedefle hazırlandığını anlamak için şu soruyu sormamız ve yanıtını vermemiz gerekiyor:
ABD’nin Irak’ın kuzeyinde inşa ettiği ve resmiyete büründürmeye çalıştığı “kukla devlet” nasıl yaşar?
ABD askerleri 1 Temmuz itibariyle şehirlerden çekilmeye başladı. 2011’e kadar çekilmeyi tamamlayacak. Bu süreç içerisinde 30-35 bin kadar askerini de Irak’ın kuzeyinde konuşlandıracak. Ancak ABD eni sonu bu bölgeden tasını tarağını toplayıp mecburen gidecek. Yenilerek gidecek!
Peki ABD bu bölgeden gittiği zaman, “kukla devlet” nasıl yaşayacak?
Denize bağlantısı olmayan, güneyden Irak, batıdan Suriye, doğudan İran ve kuzeyden Türkiye ile kuşatılan bir devletçik nasıl yaşar?
“Kukla devlet”, Türkiye himaye ederse yaşar!
Kukla devletçik, bölgesel kuvvetleri açısından ya İran ya da Türkiye’nin himayesinde yaşar ancak. İran’ın gerek ABD ile ilişkileri nedeniyle, gerekse Şii nüfuzu bakımından ABD’nin böylesi bir projesine mahkûm kalamayacağı görülüyor. Dolayısıyla sorumuzun aslında tek yanıtı var. ABD’nin kukla devletçiği ancak ve ancak, Türkiye himaye ederse yaşar!
1986 yılında ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft tarafından Özal’a getirilen ve dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ tarafından reddedilen plan, aslında budur.
ABD, o tarihten bu yana (aslında proje 60’larda başlıyor) “Türkiye himayesinde Kürdistan” planını pişirip pişirip Ankara’nın önüne getiriyor. Özal’dan bu yana Türkiye’yi yöneten hemen her hükümet bu plana onay vermiştir. Çillerli, Tayyip Erdoğanlı dönemler, ABD planlarının ivme kazandığı dönemler olmuştur.
Ancak, Org. Necdet Üruğ, Org. Necip Torumtay, Org. İsmail Hakkı Karadayı, Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu gibi Genelkurmay Başkanları da, bu planın Türkiye’yi parçalanmaya götüreceğini görerek ve saptayarak, plana direnmiştir! TSK bugünkü komuta kademesiyle de bu plana direnmektedir, direnmeye devam da edecektir!
TSK bu uğurda Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’i bile şehit vermiştir!
Nitelikli Sanayi Bölgesi aldatmacası
ABD’nin eski Ankara büyükelçilerinden Pearson’un, “Irak’ın kuzeyi ile Türkiye’nin güneydoğusu tek bir ekonomik bölge olsun” sözleri; geçen haftalarda, kıdemli istihbaratçı Prof. Henry Barkey’in, ABD’nin “Kürtlerin yaşadığı Güneydoğu ve Kuzey Irak’ı kapsayacak bir Nitelikli Sanayi Bölgesi’nin kurulmasını” önerebileceğini açıklaması; AKP’nin çıkardığı “Kalkınma Ajansları” ve “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” da bu himaye planının ekonomik altyapısını oluşturuyor.
Ankara’ya Kerkük havucu
ABD Raporu, “Türkler böylece Kerkük’e dolaylı sahip olacak” şeklinde de havuç sunuyor! ABD aynı havucu 1. Körfez Savaşı sırasında da sunmuştu. Hatta Özal, “bir koyup üç alacağız” diye formüle etmişti ABD havucunu… Ancak Türkiye, üç koyup, bir bile alamamıştı! Kamuoyu imal etmek maksatlı bu raporlarla, hep Musul-Kerkük kartları, hep petrol kozları dile getirilir.
“Irak’ın siyasal birliği ve toprak bütünlüğü” korunmalı
“Türkiye’nin Irak’lı Kürtleri himaye etmesinde ne sakınca var?” diye soranlarınız olabilir… “Ne güzel, petrolü de denetimimize alırız” diyenleriniz de vardır belki…
Iraklı Kürtleri himaye edecek bir Türkiye bölünür, parçalanır!
Iraklı Kürtleri himaye edecek bir Türkiye, bölgenin ikinci İsrail’i olur!
Iraklı Kürtleri himaye edecek bir Türkiye, Türklerle Arapları düşman yapar, ABD’ye daha kolay lokma yapar!
Kuzey Irak Türkiye’ye girer; özerk yapı, federasyon, konfederasyon, o model, bu model derken, en sonunda bölünme, parçalanma olur!
Bölgede haritalar bir değişmeye başladı mı, ardı arkası kesilmez maalesef!
O bakımdan Türkiye, en baştan kırmızı çizgi ilan ettiği “Irak’ın siyasal birliği ve toprak bütünlüğü” formülüne sahip çıkmalıdır!
9 Temmuz 2009
05 Ağustos, 2009
“Kürt açılımı” değil, ABD’nin kukla devleti! - Mehmet Ali Güller
Hürriyet Gazetesi’nin en liberal yazarı Cüneyt Ülsever de yazıyor artık; “Kürt açılımı değil, Kuzey Irak açılımı” diye… Önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, daha da somutlaştırırsak, “Kürt açılımı değil, ABD’nin kukla devleti”!
Tekrar olacak ama altını çize çize bir kez daha yazalım: AKP’nin “Kürt sorunu”nu çözmek diye bir derdi yok. AKP, ABD’nin planlarına göre konumlanıyor.
Nedir o plan?
Emperyalizm deri değiştirdi
ABD, Bush’lu dönemde BOP konusunda istediği oranda ilerleyemedi, hatta yer yer yenilgiler aldı. “Biraz zenci, biraz Müslüman, biraz Hüseyin” olan bir başkanla emperyalizm deri değiştirdi. Washington “Vision 2020”ye devam edebilmek için BOP’ta revizyon yaptı: Irak yerine merkeze Afganistan-Pakistan hattını aldı. ABD, Irak’tan çekilirken de, 1992’de 36. paraleli çizerek inşasına resmi olarak başladığı kukla devletini yaşatacak bir yol izliyor.
Nedir o yol?
“Türkiye himayesinde Kürdistan Planı”
Türk-Arap-Pers kuşatması arasındaki Kürtlerin “bağımsız bir devlet” kurabilmeleri jeopolitik nedenle de mümkün değil. (Örneğin ABD, kukla devleti Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açma planını, “Kamışlı Ayaklanması” ile başaramamıştı!) ABD’nin kukla devletini yaşatabilmesi için Türkiye’ye ihtiyacı var. Türkiye’nin himaye ettiği, resmi ilanına itiraz etmediği, ekonomik olarak beslediği, petrolüne geçit verdiği bir kukla devlet yaşayabilir ancak bu coğrafyada.
İşte olan biten de aslında budur. Yani ABD kukla devleti yaşatmak için, Ankara’nın önüne “Türkiye himayesinde Kürdistan Planı”nı getiriyor. (Planın tarihiyle ilgili yazılarımıza Oda Tv’nin arşivinden ulaşabilirsiniz)
Washington, planı Türkiye’ye kabul ettirebilmek için de Türkiye’nin önüne iki “havuç” koyuyor:
1. PKK’nın tasfiyesi (“PKK’nın tasfiyesi” gündemde olsa bile ABD, PKK’dan hiçbir zaman tam olarak vazgeçmeyecektir. Bu konuyu bir başka yazımızda analiz edeceğiz.)
2. Kuzey Irak petrolleri
Havuçları yememekte ısrar eden Türkiye’ye gösterilen sopalar nedir peki?
1. Washington, 1986’dan beri Ankara’ya şu mesajı veriyor: “Ya Türkiye kukla devleti himaye edecek, ya da kukla devlet Türkiye’ye rağmen kurulup Türkiye’yi bölecek!”
2. Washington, 1999’da teslim ettiği Apo’ya rağmen, dönem dönem PKK’yı palazlandırıp saldırtarak, Ankara’ya sopa gösteriyor.
3. Washington, siyaseten önünü açtığı DTP’yi Ankara’ya karşı sopa olarak kullanıyor.
PKK ve DTP’nin Washington açısından bazen sopa bazen havuç olarak kullanıldığını da dikkatinize sunuyoruz. (Bölge tarihini incelediğinizde göreceğiniz ilk çıplak gerçek şudur: 20. yüzyıl boyunca önce İngiltere, sonra da ABD “Kürtleri” kullanmış, silahlandırmış, ayaklandırmış; işler ters gidince de yüzüstü bırakıp kaçmıştır.)
Havuçları yedirtmek için uygulanan yöntemler nelerdir peki?
1. Türk Devleti 1999’da AB kapısına bağlandı. Böylece Türkiye’nin Avrasya’ya yakınlaşması engellendi, Atlantik bağı korundu, üye olabilme ihtimali üzerinden alınan tavizlerle zayıflatıldı, devleti devlet yapan kurumları birer birer ortadan kaldırıldı, özelleştirmelerle ekonomisi çökertildi.
2. ABD “hedef ortaklığı” yapacak uygun bir partiyi (AKP’yi) 2002’de yola çıkardı.
3. Ergenekon tertibiyle sürece direnen milli kuvvetler ve en başta Türk Ordusu, dalgalarla “sürekli saldırı” altında tutuldu.
4. “Kürt meselesine karşı Ermeni meselesi; Ermeni meselesine karşı Kıbrıs meselesi” denklemleriyle, Türk Dış Politikası “kontrol altına” alındı. Bu durum da millete “stratejik derinlik” diye yutturuldu!
Türklerin ve Kürtlerin tarihi görevi
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2009’u “Kürt meselesinin çözüm yılı” ilan etmesi, “tarihi fırsat”ın bulunduğunu belirtmesi; Başbakan Erdoğan’ın “Kürt açılımını başlattık” mesajları, Washington’un planının sadece izdüşümüdür!
Hükümetin “Kürt açılımı”nı bir türlü somutlaştıramaması, deyim yerindeyse “açılımı” bir türlü “açamaması” yukarıda özetlediğimiz planın içeriği gereğidir. Bu planı “açılım” diye yutturamayacaklarından, alıştıra alıştıra enjekte ediyorlar topluma…
Önce modeller sürdüler piyasaya…
PKK İspanya ve İskoç modellerini, DTP Kosova modelini, AKP de Cezayir modelini önerdi! Ancak tüm modellerin aslında ABD modeli, yani “ayrılık modelleri” olması ve AKP’yi zayıflatması nedeni ile isim değişikliğine gittiler.
Sorunu çözmek için öyle bir “Türkiye modeli” uygulayacaklarmış ki, dünya örnek alacakmış!
Sorunun iki çözüm modeli var:
1. “Ayrılık” hedefli ABD modeli
2. “Birlik” hedefli Kurtuluş Savaşı modeli
85 yıl önce sınanmış “Kurtuluş Savaşı modelinde ısrar etmek, Türklerin ve Kürtlerin tarihi görevidir!
31 Temmuz 2009
23 Temmuz, 2009
Nabucco ile Barzani petrolü taşınacak
Mehmet Ali Güller
15 Temmuz 2009
Türkmenistan gazını Avrupa’ya taşıyacak Nabucco Projesi imzalandı. Ancak imza törenine Türkmenistan katılmadı!
“Hükümetlerarası anlaşma”, geçiş ülkelerini oluşturan Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya başbakanları ile AB komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso tarafından 13 Temmuz’da Ankara’da imzalandı.
İmza törenini “tarihi bir an” olarak değerlendiren Başbakan Erdoğan, Türkiye’yi “kaynak ülkeler ile tüketici pazar arasındaki köprü ülke” olarak nitelendirdi. Erdoğan, hükümetinin hedefini de açıkladı: “Türkiye’yi doğalgazda, 4. büyük ‘ana arter’ yapacağız”!
Avrasya’ya yönelik stratejik hedeflerinde Türkiye’nin büyük yer tuttuğu ABD, 13 Temmuz’daki Nabucco Zirvesi’ne ağır toplarıyla katıldı. Zirvenin yapıldığı Rixos otelinde basın karşısına da çıkan ABD Yönetimi’nin Avrasya Enerji Kaynakları Özel Temsilcisi Richard Morningstar ve ABD Kongre üyesi Senatör Richard Lugar, “anlaşma dostlarımızı güçlendirecek” dedi.
Türkmenistan Projede yok!
İmza törenine, perde önünde Nabucco Projesi’yle hiç ilgisi olmayan ABD katıldı ama projeye gaz sağlayacağı belirtilen Türkmenistan katılmadı! Hatta Başbakan Erdoğan imza törenindeki konuşmasında bizzat Türkmenistan’ı, Azerbaycan, Irak ve Mısır’la birlikte projeye katılmaya davet etti!
Türkmen gazını Avrupa’ya taşımak için imzalanan bir projede Tükmenistan’ın yer almaması, projeyle ilgili daha önce gündeme getirdiğimiz iki önemli gerçeği ortaya koyuyor. Birincisi, projeyle aslında Irak’ın kuzeyindeki “kukla devlet”in petrolleri Avrupa’ya taşınacak. İkincisi, maalesef Türkiye ABD’nin bölgesel planlarında “boru bekçisi” olarak yer alacak.
Bu iki gerçeği açacağız. Ama önce Türkiye’nin iradesinin kırıldığı Prag Zirvesi’ni hatırlayalım.
Obama bastırdı, Gül AB’ye güvence verdi
ABD Devlet Başkanı Barrack Obama’nın Nisan başındaki Türkiye ziyareti sırasında dile getirdiği “model ortaklık” ilişkisinin parametrelerinden biri olan “Enerji güvenliğinin sağlanması ve Hazar petrol ve doğalgazı ile Kuzey Irak petrol ve doğalgazının uluslararası piyasalara ulaştırılması” konusundaki ilk önemli adım Mayıs ayında Prag Zirvesi’nde atılmıştı.
AB’nin uzunca bir süredir bastırdığı, ancak Türkiye’nin haklı talep ve gerekçeleri nedeniyle üzerinde mutabık kalınamayan anlaşma Washington’un devreye girmesiyle Prag’da çözülmüştü. Türkiye taleplerinden büyük oranda vazgeçmiş ve bizzat Prag Zirvesi’ne katılan Cumhurbaşkanı Gül’ün güvencesiyle Nabucco’yu 25 Haziran’da imzalayacağını ilan etmişti! Gül’ün sözü 18 günlük bir sapmayla gerçekleşmiş oldu.
10 Mayıs 2009 tarihli İngiliz The Guardian gazetesi, anlaşmayı şu ifadelerle duyurmuştu: “Türk gaz anlaşması Rus boyunduruğunu kırdı”, “Avrupa ve dünya dengelerini değiştirecek proje için Türkiye ikna edildi”. The Guardian, “boru hattının yarısından fazlası Türkiye'den geçecek böylece Türkiye, Avrupa'nın enerji sağlamasında bekçi haline gelecek” demişti.
GAZIN KAYNAĞI NERESİ?
En başından beri Türkmenistan ile Kazakistan ve Özbekistan doğalgazlarını Avrupa’ya taşımak üzere “planlanan” Nabucco Projesi, gazın kaynağı konusunda kuşku yaratıyor. Çünkü Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan Nabucco’ya katılmayıp, gazlarının Avrupa’ya aktarımı için Rusya’yla anlaşmıştı. Proje’ye gaz verebilecek tek ülke olarak Azerbaycan gösteriliyor. Gerçi Azerbaycan da henüz projeye katılmadı! Üstelik Azerbaycan, geçen ay Rusya’yla yeni bir anlaşma daha imzaladı.
KUKLA DEVLET’İN PETROL İHRACI
Şu anda somut olarak gaza kaynaklık yapacak tek yer, Irak’ın kuzeyi. ABD kukla devletinin petrolünü Türkiye üzerinden pazarlamış olacak.
Yaşamak için petrol sevkiyatına ihtiyaç duyan kukla devlet, ne batıdaki Suriye üzerinden, ne doğudaki İran üzerinden ne de güneyden, Arapların üzerinden petrol sevk edebilecek durumda değildi. Geriye bir tek ABD’nin AKP eliyle ikna edebileceği Türkiye kalıyordu!
Ve Türkiye ikna edildi, ardından da 1 Haziran’da Irak’ın kuzeyinde şaşalı bir tören düzenlendi. Barzani ve Talabani ikilisi bizzat bölgenin petrol vanalarını açarak, Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevkiyata başladı! Kerkük-Ceyhan Petrol Boru hattıyla taşınacak petrolden, Kukla yönetim “şimdilik” yüzde 17 pay alacak!
Törende konuşan kukla yönetimin Başbakanı Neçirvan Barzani, Türkiye üzerinden petrol sevkiyatına başlamayı, “Kürdistan için tarihi gün” olarak nitelendirdi.
Törene katılan isimlerden biri de Genel Enerji CEO’su Mehmet Sepil’di. Genel Enerji bölgedeki Taq Taq ve Tawke sahası petrollerini arama yetkisine sahip.
2002’de “Süleymaniye yönetimi” ile üretim ve paylaşım anlaşması imzalayan Genel Enerji için dönüm noktası ABD’nin Irak’ı işgali olmuştu. Bizzat Abdullah Gül, Genel Enerji ile Pet-Oil’in işgalden sonra bölgeden çekilmemesi için arabulucu olmuştu. Genel Enerji, ardından 2003 ve 2005’te Barzani ile, 2005 ve 2006’da da Talabani ile anlaşarak bölge petrollerini çıkarma yetkisine sahip olmuştu.
SONUÇ
Türkiye, Nabucco Projesi’yle ABD’nin planlarında yer almayı sürdürdü. “Model ortaklık” ile “boru bekçiliği” görevi verilen Türkiye, Kuzey Irak petrollerine de köprü misyonu edindi. Böylece Türkiye, Kukla Devlet’i bizzat “yaşatacak” bir işlevi de AKP imzasıyla yerine getirmiş oldu.
21 Temmuz, 2009
Ya ABD modeli, Ya Atatürk modeli - Mehmet Ali Güller
Cumhurbaşkanı Gül’ün “Kürt sorununun çözümü için tarihi fırsat var” açıklamasıyla, model model “çözüm paketleri” ilan ediliyor.
Son olarak AKP’li İhsan Arslan’dan model önerisi geldi. Başbakan Erdoğan’ın akıl hocası da olan Arslan, sorunun çözümü için “Cezayir Modeli” önerdi.
Daha önce Murat Karayılan İskoç modelini, DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk de Kosova Modelini önermişti.
Gerek PKK’nın gerek AKP’nin akil adamları, bu modelleri tartışıp duruyorlar. Önerilen tüm modellerin ayrılık getirdiğinin üzerinden atlayarak, kamuoyuna “çözüm” paketleri olarak sunuyorlar.
Ancak nedense, sınanmış, doğruluğu görülmüş, “Kurtuluş Savaşı Modeli”ni es geçiyorlar!
Çünkü Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Modeli, Türk-Kürt Kardeşliği modeli ayrılıkçı değil, birleştirici!
AKP’nin de PKK’nın da önerdiği tüm modeller aynı. Hepsi ayrılıkçı, hepsi Amerikancı!
ABD’nin, AKP’nin ve PKK’nın “Kürt sorunu “ konusundaki “çözümleri” ayrılma hedefli.
Bir tek Mustafa Kemal Atatürk’ün uyguladığı model birlik hedeflidir; halkların yararınadır; bin yıllık kardeşliğin devamı içindir.
ABD’nin “Türkiye himayesinde Kürdistan” planı Cumhurbaşkanı’nın 2009 telaşı, çeşitli kesimlerin model önerme telaşı ABD’nin planları nedeniyledir. Revize edilmiş BOP gereği, merkeze Afganistan-Pakistan hattını alan ABD, Irak’tan çekiliyor. 1 Temmuz’da şehirlerden başlayan çekilme 2011’de tamamlanacak. (Ancak ABD tam çekilmeyecek, Irak’ın kuzeyine konuşlanacak). ABD, büyük stratejisi gereği Irak’ın kuzeyinde yıllardır aşama aşama inşa ettiği Kukla Devleti’ni de korumak ve kollamak istiyor. Yol tek! Türkiye’ye himaye ettirmek.
ABD, güneyden ve batıdan Arapların, doğudan Farsların, kuzeyden Türklerin etrafını kuşattığı bir kukla devletin yaşayamayacağı gerçeğinin farkında. O nedenle “Türkiye himayesinde Kürdistan” planını harekete geçirdi. Gül’ün “çözüm” telaşı bundandır!
3 aşamalı ABD-Gül planı
Daha önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz 3 aşamalı ABD-Gül planı yürürlüktedir.
Obama’nın ziyareti sırasında yapılan anlaşmaya göre;
1. Aşama: “Kürt sorununun çözümü konusunda şuana kadar yapılanlar Anayasa’ya konulacak, kültürel alanda henüz yapılamayanlar yapılacak ve ‘vatandaşlık’ tanımı konusunda gerekli değişiklikler yapılacak”.
2. Aşama: “Türkiye, Kürdistan Bölgesi hükümetini tanıyacak”.
3. Aşama: “PKK’nin dağlardan inmesi, etkili ve kabul edilir bir af ile silahların atılması sağlanacak”.
Obama’nın TBMM’deki konuşmasına ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından davet edilen Altan Tan, Talabani’nin partisi KYB’nin basın-yayın bürosu sorumlusu Azad Cundiyani’ye anlaşmayı bu sözlerle aktarıyor.
ABD planının özeti şu: PKK’yı tasfiye karşılığında, Türk devletine Kukla devleti kabul ettirtmek!
Barwari: PKK’ya karşı üçlü anlaşma yolda
Anlaşmanın yakın zamanda resmiyete büründürüleceğini de Irak Parlamento üyesinden öğreniyoruz.
Irak Parlamentosu Güvenlik ve Savunma Komisyonu üyesi Barwari, PKK konusunda Kuzey Irak Bölge Hükümetinin de katılımıyla Irak ve Türkiye dışişleri bakanlıkları arasında bir anlaşmanın yakın zamanda imzalanacağını söyledi.
Barwari, anlaşmanın içeriğini de “PKK faaliyetlerinin sınırlandırılması” ve “Irak topraklarından çıkarılması” olarak ifade etti.
Önce Milli Strateji
Türkiye bir yol ayrımındadır. Ya ADB modelli uygulayacak ve parçalanacaktır, ya da Atatürk modeli uygulayıp yaşayacaktır!
Türkiye ABD tandanslı modeller yerine kendi öz modeline dönmeli; Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda sınadığı ve başardığı “Türk-Kürt kardeşliği” modelini esas almalıdır.
O modelde bin yıldır aynı coğrafyada yaşayan Türk ve Kürt halkı, öncelik emperyalizme karşı birleşmişlerdir!
Bugün de emperyalizme, yani ABD’ye karşı olmak, esastır. “Türk” tarafında AKP’nin Amerikancı çözümleri, “Kürt” tarafında DTP ve PKK’nin Amerikancı çözümleri, halklara düşmanlık körüklemektedir; Türk-Kürt kardeşliğine darbe vurmaktadır!
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti” denir “siyasi” tanımını yeniden hayata geçirmek, öncelikle Türk devletinin (hükümetin değil) milli bir yönelime yeniden dönmesiyle sağlanacaktır!
20 Temmuz 2009
08 Temmuz, 2009
İrticayla mücadele görevi rafa kalkamaz ! - Mehmet Ali Güller
TSK’ya yönelik “kağıt parçası” tertibi kısmen geri tepti.
Tertipte kullanılanın “belge değil, kağıt parçası” olduğu kesin olarak saptandı. Askeri savcılık, “kâğıt parçasının” sivillerce ve karargâh dışında imal edildiğini de saptadı. Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, TSK’ya yönelik “asimetrik psikolojik harekât” uygulandığını, bunun Türkiye’nin bekasını ilgilendirdiğini, TSK’ya yönelik fitne-fesat yapıldığını da saptadı.
Ancak Türkiye’nin bekasını asıl ilgilendiren, fitne fesadı kimlerin yaptığını, asimetrik psikolojik harekâtı kimlerin uyguladığını saptamak ve milletin önüne getirtmektir!
Öncelikle sonuçları bakımından tertibin temel amacını belirtelim.
TSK’ya sızmadan, TSK’yı “hizaya sokmadan”, TSK’yı bölmeden ne ABD planları uygulanabilir ne de ABD’ye göbekten bağlı Cumhuriyet düşmanı kesimler, Türkiye’de gerçekten iktidar olur! Bu, Cumhuriyeti korumak bakımından da esas alınacak formüldür.
Tertibin 3 hedefi vardı:
1. Tertipçiler, TSK’yı “irticaya karşı mücadele” edemez hale getirmeye çalıştı. Türkiye, sahte olduğu daha ilk günden belli olan bir kâğıt parçasını iki hafta tartıştı. Ve bu süreç içerisinde öyle bir psikolojik harekât uygulandı ki, vatandaşın gözünde “irticaya karşı mücadele bir görev değildir, hele askerin hiç görevi değildir” izlenimi verilmeye çalışıldı. Belge de işte tam bu amaçla, göstere göstere sahte hazırlanmıştı!
Anayasa Mahkemesi’nin “irticanın odağı” olduğuna hükmettiği AKP’ye karşı mücadele planı hukuken de, siyaseten de yapılamaz fikri, kafalara işlenmeye çalışıldı!
2. Hükümet, gece yarısı operasyonuyla askere sivil yargı yolu açtı! Burada iki amaç var. Birincisi, Ergenekon tertibine dâhil ederek Türk subaylarını teker teker içeri atarak, etkisiz kılmak!
İkincisi, AKP’nin Yüksek Askeri Şura’da şerh koyduğu, irticacı subayların atılması konusunun yargıya götürülmesi! Böylece cemaatin yıllardır beceremediği TSK’ya sızma hedefi de gerçekleşmiş olacak!
3. Türk Ordusu, milletinin gözünde zayıf düşürülmeye, zayıf gösterilmeye çalışıldı! Tertipçilerin denklemi basit: “TSK 27 Nisan’la yol verdi, millet alanlara doldu. TSK etkisiz kılınınca, zayıf gösterilince, millet alanlara çıkmaya korkacaktır!”
En başta, “TSK’ya yönelik ‘kağıt parçası’ tertibi kısmen geri tepti” demiştik! Süreci TSK ve milli kuvvetler açısından da analiz etmeli, hataları görmeliyiz.
Tertipçi tertibi açığa çıkarır mı?
Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un, “tertipçilerden tertibi açığa çıkartmalarını” istemesini “Türkiye’nin bekası” açısından yorumlamalıyız.
Org. Başbuğ, “kağıt parçası”nın nerede ve kimlerce hazırlandığını Emniyet ve MİT’e sordu. Bu konuyu yorumlayanların bir kısmı şöyle söylüyor: “Kâğıt parçası karargâhta değil, dışarıda hazırlandığına göre, yetki askeri savcılığın olamaz. Sivil savcılığın göreve çağrılması normaldir”.
“Türkiye’nin bekası” sayılan bir tertibin açığa çıkarılması için, tanımlı görevlere göre mi hareket edilir? Genelkurmay istihbaratı tertibi açığa çıkaramıyor mu? Tertibin kaynağını millete söylemek, Genelkurmay’ın görevi değil midir?
TSK, 3 yılda “tanımaz” hale gelmiştir.
Öte yandan “20 hâkim albayı getirin buraya, hangisi Genelkurmay Başsavcısı tanımam” demek, “askeri savcılık bağımsız değildir” diye saldıranlara karşı verilebilecek bir yanıt mıdır?
TSK, 3 yılda “tanımaz” hale gelmiştir! Şemdinli tertibindeki astsubayı “tanıma” cesareti gösteren komuta etme zihniyeti, önce Ergenekon tertibiyle içeri atılan generalini tanımayan komuta zihniyetine dönüşmüş, şimdi de başsavcısını bile tanımaktan kaçınır olmuştur!
MGK tasfiye mi ediliyor?
AB uyum yasaları eliyle MGK’ye birkaç tırpan vurulmuştu. MGK Genel Sekreterliği askerden alındı, MGK’nin “tavsiye kararı”, “değerlendirme”ye dönüştürüldü, Başbakan yardımcıları MGK üyesi yapıldı vs.
Ancak son MGK toplantısı ile dikkat çeken bir görüntü oluştu.
Biliyorsunuz, son MGK, tek satırlık sonuç bildirisine rağmen 7.5 saat sürdü. MGK’den sonra ise Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve iki bakan bir “zirve” yaptı!
7.5 saat süren toplantıda halledilemeyen, başka bir zirve yapılmasına gerek bırakan sorun neydi?
3 kuvvet komutanı ile 1 genel komutanın da yer aldığı MGK’de çözülemeyip de, toplantıya 4 komutansız devam edilmesine neden olan neydi?
Mutlaka yanıtlanması gerekiyor!
Ya diğer kağıt parçaları?
Albay Çiçek’in, “belge değil kağıt parçası” saptamasıyla tutukluluk hali sona erdirildi.
“AKP ve Gülen’e karşı mücadele planı” kağıt parçası da, “MİT şeması”, “Tuncay Güney mülakatı” ne?
Peki, MİT müsteşarının bile “deli saçması” dediği şema nedeniyle hâlâ içeride yatanlar ne olacak?
Sonuç
“Görevimi kazasız belasız tamamlayıp, devredip emekli olayım” görüntülü son dönem, “Türkiye’nin bekasına” yönelik saldırıları daha da cesaretlendirmekte, daha da büyütmektedir.
Atatürk’ün dediği gibi, “milletin bağımsızlığı ihlal edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır”.
7 Temmuz 2009
26 Haziran, 2009
YAZMAZAM* - Gönül Hürriyet AYDIN
Seni kalemimden sürgün etmişem
Muştuya yüz dönmüş özüm özdeğim
Bir geceyi daha yenik kılmışam
Yeni güne yarınlaradır yönüm.
Davran deli Gönül yabana uzan
Güzel olan ne var gönlüne kuşan
Bozkırda dolanıp ulu dağ sanan
Deselerde yürü gönlün izinde.
Betimin bellensin sözün anılsın
Vardığı yüreğe aydınlık salsın
Sivas’ta yandık da söndük mu sandın
Özümle oynama seni yazmazam.
Yazmazam yazmazam
Hüznü yazmazam
Karanlığa şarkı-türkü yakmazam...
* Bu Şiir 18. 06. 1995 tarihinde Mozaik Dergisi'nde yayınlanlanmıştır.
20 Haziran, 2009
Darbe belgesi ve Anayasa Mahkemesi
Tartışılan ve Genelkurmay’ın olduğu iddia edilen “İrticayla Mücadele Planı” ile Anayasa Mahkemesi arasında bir ilgi var! Açacağız. Ama önce 6 saptama yapalım.
1. Ergenekon soruşturması kapsamında Em. Yüzbaşı Muzaffer Tekin tutuklandığında, avukatı Kemal Kerinçsiz’di. Daha sonra Kerinçsiz de aynı soruşturma kapsamında tutuklandı. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek tutuklandığında avukatı Nusret Senem’di. Sonra Senem de tutuklandı. Örnekler çoğaltılabilir. Son örnek Serdar Öztürk’tür. Öztürk de tutuklanmadan önce, tutuklu sanıklardan Albay Levent Göktaş’ın avukatıydı. Hal böyle iken siz Serdar Öztürk olsanız, böyle bir belge de var ise, bu belgeyi büronuzda, çekmecenzide, bilgisayarınızda bulundurur musunuz?
2. Serdar Öztürk’ün bürosu, Öztürk 4 günlüğüne Antalya’ya gittiğinde aranıyor. Öztürk’ün hangi tarihte Antalya’ya gideceği, telefonları dinlendiğinden zaten biliniyor. Ve çekmeceden fırtına koparacak bir belge bulunuyor! Normal mi?
3. Soruşturma nedeniyle gizli kalması gereken belge, yine Taraf gazetesinden çıkıyor! (Taraf Gazetesi, İşçi Partisi Genel Merkezi’nde Yargıtay Krokisi bulunduğunu iddia etmişti. Aylar sonra, krokinin düzmece olduğu hukuken de saptandı ve Taraf Gazetesi İşçi Partisi’ne tazminata mahkum oldu!)
4. Askeri savcılık, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’ndan belgeyi istiyor. Savcılık, fırtına koparan belgenin orijinalinin elinde olmadığını açıklıyor!
5. Belgenin Genelkurmay’a ait olduğu iddia ediliyor. Siz Genelkurmay Başkanı ya da İkinci Başkanı olsanız, bir personelinize ya da bir biriminize AKP’yi ismiyle hedef alan bir belge hazırlatır mısınız? Genelkurmay’ın dinlendiği, belgelerin havada uçuştuğu bir dönemde böyle bir şeyi yaptırmak mantıklı mı?
6. Bir iddia da, Genelkurmay Başkanı ya da İkinci Başkanı’ndan habersiz olarak, birimin başı Albay Dursun Çiçek’in bu belgeyi hazırladığı şeklinde… Siz Albay Çiçek olsanız, böyle bir belgeyi hazırlar mısınız? Diyelim hazırladınız, Ergenekon sanıklarından birinin avukatına ulaştırır mısınız? Ya da belgenin, Ergenekon sanıklarından birinin avukatına ulaşacak bir yol bulmasına olanak verir misiniz?
Taraf gazetesi, “İrticayla mücadele planı” başlıklı belgeyi “AKP ve Gülen’i bitirme planı” başlığıyla haberleştirdi. Ve kıyamet koptu.
Ancak, yukarıdaki 6 saptama da gösteriyor ki, işin aslı iddia edildiği gibi çıkmayacak. Belgenin Haziran ayında ortaya çıkması bile yeterince anlamlı. Haziran, Türkiye’de 30 Ağustos’a giden süreçtir; YAŞ’tır… Haziran devlet mekanizması açısından da kritiktir. Valiler Kararnamesi, Emniyet Müdürleri Kararnamesi Haziran ayında açıklanır.
Gelelim, yazıya başlarken yaptığımız saptamaya… Yani belgenin, “Anayasa Mahkemesi” ile ilgili olduğuna… Açalım.
Anayasa Mahkemesi, 2 yıl önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın AKP’yi kapatma istemli davasında hangi hükme varmıştı? 7’ye 5 oyla, “AKP, laiklik karşıtı odak” olmakla hüküm giymemiş miydi? Yani AKP, “irticanın odağı” olmakla hüküm giymemiş miydi?
Ciddi devletler, Anayasa’sının değişmez maddelerini değiştirmeye çalıştığına hükmettiği partileri kapatır. Biz kapatamadık!
Hangi kahveye gitseniz, en az bir masada milletin “AKP’den kurtulma planı” yaptığını görürsünüz! Anayasa Mahkemesi, bir partinin hem irticanın odağı olduğuna hükmeder, hem de bu devleti yönetmesine devam etmesini sağlarsa, her yerden belge çıkar! Her yerden…
Bu belgelerden bir kısmı, kahvehanedeki vatandaşın “AKP’den kurtulma planı” yani geleneksel ismiyle “memleketi kurtarma sohbeti” çıkışlı olur. Bir kısmı da, devleti ve orduyu yıpratma amaçlı olur! Okyanus ötesi çıkışlı olur!
Devlet devlet ise süreci analiz eder ve sorunu çözer! Çözmezse kendi çözülür!
Millet de millet ise bu sorunu TBMM bünyesinde çözer! Başka yere havale etmez!
Mehmet Ali Güller
7 Haziran 2009
03 Haziran, 2009
NATO mayınladı, İsrail yerleşecek!
Mehmet Ali GÜLLER
27 Mayıs 2009
Hükümet, Suriye sınırımızdaki mayınların temizlenmesi için özel bir yasayı TBMM’den geçirmeye uğraşıyor. Tasarıya göre hükümet mayın temizleme işini 5 yılda bitirmesi şartıyla İsrailli bir şirkete vermeyi planlıyor. Üstelik İsrailli şirket 44 yıllığına bölgenin işletim hakkına da sahip olacak. Yani, bölge 49 yıllığına bu İsrailli şirkete devredilecek!
TBMM’de CHP ve MHP’nin tepki gösterdiği, Genelkurmay’ın taraf olmadığını açıkladığı bu girişime ise Türkiye’nin hemen tüm önemli kesimleri; en başta da bölge halkı karşı çıkıyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan ise karşı çıkanları faşistlikle suçluyor.
Tayyip Erdoğan, iktidarının ilk dönemine, Yahudi örgütünden “cesaret ödülü” alarak başladı. 5 yıl boyunca da aldığı bu ödülün hakkını verdi. Ancak Erdoğan, yerel seçimler öncesi iç basıncı normalleştirebilmek için, Davos’ta “posta koyma” görüntüsü yarattı. Kaldı ki, Davos’ta yaşananların bir drama olduğu da kısa sürede ortaya çıktı. Seçim dönemi boyunca Türk milletine “anti-İsrailci” bir görüntü seyrettiren Başbakan, mayınlı arazi konusuyla birlikte yeniden asli rolüne döndü.
Menderes onayladı, ABD-NATO mayınladı
Türkiye, imzaladığı Ottowa sözleşmesi gereği, sınırlarındaki anti-personel mayınları 10 yıl içinde temizlemek zorunda. Türkiye’nin 12 Mart 2003 tarihinde taraf olduğu, 1 Mart 2004’ten itibaren de yürürlüğe soktuğu bu sözleşmeye göre, Ankara yükümlülüğünü 2014 yılına kadar yerine getirmek zorunda. Sözleşme, Türkiye’ye sökülen mayınların da imhası için 4 yıl süre veriyor.
Peki 900 kilometrelik Suriye sınırımızın Hatay-Kilis-Gaziantep-Şanlıurfa-Mardin-Şırnak illerini kapsayan 600 kilometresi boyunca döşenmiş 615 bin adet mayını, kim, ne zaman döşedi?
Tartışma yaratan bu mayınlar, Menderes hükümetinin kararıyla 1955-1959 yılları arasında NATO İkmal ve Bakım Ajansı NAMSA tarafından döşendi! 1952 yılında NATO’ya bağlanan Türkiye’nin sınırları, 3 yıl sonra bizzat NATO tarafından mayınlandı!
Peki hangi gerekçeyle?
Türkiye’nin milli menfaatleri yerine ABD’nin emperyalist çıkarlarının yerine getirilmesinin esas alındığı Menderes döneminde, NATO güneyden gelecek bir saldırı hayali dayattı Ankara’ya! Ve de bunu gerekçe ederek, Türkiye’nin Suriye sınırını mayınladı.
“1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriye’nin 1955 yılında, Türkiye’ye saldırması ne kadar mümkün” sorusu ise etkili ve yetkili kesimlerin kafasında yoktu. Üstelik Suriye, henüz o yıllarda dünyadaki kamplaşmalar gereği Sovyetler Birliği’ne de yakınlaşmamıştı.
Türkiye’nin güney sınırını mayınlayan ABD-NATO, hem Türkiye’nin güney komşularıyla dostluğunu mayınlamış oldu, hem de çok kıymetli bir arazinin 50 yıl boyunca değerlendirilmesini engellemiş oldu. Üstelik resmi olmayan verilere göre bu mayınlı arazilerde Türkiye-Suriye geçişi yapmak isteyen 10 bin kişi hayatını kaybetti, 20 bin kişi de sakat kaldı.
AKP’nin yasa tasarısında neler var?
Öncelikle AKP’nin tasarısı yeni değil. 2005 yılında “kararname” olarak gündeme gelmişti. Danıştay 13. Dairesi de, 2007 yılında ihale şartnamesinin yürütülmesinin durdurulmasına karar vermişti. Çünkü Danıştay, mayını temizleme işi ile arazinin tarım amaçlı kullanılması işinin aynı ihalede birleştirilmesini hukuka aykırı bulmuştu.
AKP Danıştay’ın kararından sonra bu kez yasa tasarısı olarak konuyu TBMM’ye getirdi.
AKP’nin çıkartmak istediği yasa tasarısında, mayınlı bölge büyüklüğünün 216 bin dekar olduğu belirtiliyor.
Yasa tasarısının 2. maddesinde “ihalenin, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’na tabi olmaksızın Maliye Bakanlığı’nca yürütüleceği” belirtiliyor! AKP’nin Kamu İhale Kanunu’nu bugüne kadar tam 7 kez değiştirdiğini hatırlatalım. AKP buna rağmen mayınlı arazi ihalesini kendi budadığı kanundan da kaçırmaktadır!
Yine aynı maddede, bölgedeki taşınmazların da ihaleyi kazanacak yüklenici firmaya bırakılacağı belirtiliyor. Yani AKP Danıştay’ın 2007 yılında aldığı kararı hiçe saymış oluyor!
AKP’nin değil, MGK’nin kararı
Türkiye Suriye sınırındaki mayın temizleme sorununu 2001 yılında gündemine aldı. 29 Mayıs 2001 tarihli Milli Güvenlik Kurulu görüşü gereği, bölgenin tarıma kazandırılması hedeflendi. (Abdullah Öcalan’ın Şam’dan çıkartılması ve 1999 yılı sonrası Suriye ile ilişkiler de bunda belirleyici oldu.)
MGK toplantısından üç ay sonra, ağustos ayında Kara Kuvvetleri Komutanlığı karargahında, proje ofisi kuruldu. 2001 yılında itibaren Türk Ordusu bu konuda önemli çalışmalar yürüttü.
Ancak Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı sırasında, 2004 yılında Türk Ordusu mayın temizleme işinin çok maliyetli olduğuna karar verdi ve konunun Milli Savunma Bakanlığı üzerinden ihale yöntemiyle çözülmesi noktasında görüş bildirdi. Milli Savunma Bakanlığı da birkaç aylık çalışmadan sonra bütçe sıkıntısı nedeniyle sorunu Maliye Bakanlığı’na devretti!
Ancak TSK’nın sınırlı sayıda da olsa, özel mayın temizleme birlikleri vardır. Ki 1998 yılından itibaren yaklaşık 17 bin adet mayını temizlemiştir. Komisyonlardaki tutanaklardan öğrendiğimize göre de, örneğin Şanlıurfa Akçakale gümrük kapısının açılması öncesinde bölgedeki mayını Elazığ’dan getirtilen askeri birliğimiz başarılı bir şekilde temizlemiştir!
Mayın arama işinin İsrail’e verilmesinin sakıncaları
Tasarının yasalaşması ve ihalenin İsrail’e verilmesi halinde esas olarak Suriye ile ilişkilerimizin bozulması ile su-gıda-petrol ve mülk temelli sorunlarla karşı karşıya kalacağız.
Öncelikle tasarı yasalaştığı taktirde, Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri önemli oranda bozulacaktır. Mayınlı arazinin İsrail’e verilmesiyle, Suriye güneyden sonra kuzeyden de su kıskacına alınmış olacaktır. Suriye’nin Gola Tepeleri, büyük oranda su kaynağı da olduğu için zaten İsrail tarafından işgal altında tutulmaktadır. Bir de kuzeyden, önemli bir su bölgesinin 49 yıllığına İsrail’de olması, Suriye’yi zor durumda bırakacaktır!
Manavgat suyunu pahalı olduğu gerekçesiyle son anda almaktan vazgeçen İsrail, bedava suya kavuşacaktır!
Diğer yandan bölge, İsrail’in dinsel ve ideolojik olarak elinde bulundurmak istediği bir yerdir. İsrail bu amaçla uzun bir süredir bölge üzerinde politikalar üretmektedir. AKP’li belediye döneminde hayata geçirilen Yahudi Urfa Projesi unutulmamalıdır! İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gaby Levy, mayınlı arazi tartışmaları yaşanırken, geçtiğimiz hafta Şanlıurfa’yı ziyaret etmiş ve şu dikkat çeken cümleyi sarf etmiştir: “Her Yahudi için atalarımızın dedelerimizin geldiği bu topraklara gelmek çok önemli”.
Ayrıca 2004 tarihli ilerleme raporunda yer alan, AB’nin GAP sularının ileri bir tarihte “uluslararası bir su yönetim idaresine” devredilmesi hedefi asla unutulmamalıdır!
Meselenin gıda boyutu da çok önemlidir. ABD’nin dayattığı tarım politikaları neticesinde kendine yol bulan İsrail’in, ülkemizi mahkum ettiği “ikinci üretimi olmayan genleriyle oynanmış tohum” sıkıntısını daha da yaşatacağı aşikardır.
Ayrıca meselenin bir de petrol boyutu vardır. Bölgede Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’ nın (TPAO) açtığı kuyuların 10'undan günde iki bin varil petrol üretilmeye başlanmıştır. Aynı bölgenin karşısında, yani Suriye tarafında ise 560 civarındaki kuyudan günde 450 bin ile 500 bin varil arasında petrol çıkarılmaktadır. TBMM’deki tutanaklara yansıyan bilgilere göre, TPAO yetkilileri yeni açılacak 12 kuyudan yaklaşık 2500 varil petrol daha çıkarılabileceğini belirtmektedirler.
Öte yandan 216 bin dekarlık bir bölgemizin İsrail’e kiralanması salt bir ticaret olarak ele alınamaz. Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs adasını İngilizlere, donanmalarının bakım ve ikmali için geçici olarak kiraladığını unutmamak gerekiyor.
Hani AKP’nin Kürt sorununu çözme açılımı?
Meselenin bölge halkını ilgilendiren boyutu da çok önemlidir.
Tahran’a giderken “2009’da çok önemli gelişmeler olacak” diyen, Bağdat’a giderken ilk defa “Kürdistan” kelimesini telaffuz eden, Prag’a giderken de “Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur” diyen AKP’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül elbette ABD’nin planları gereği bu açıklamaları yapıyordu. Keza 2005’te Kürt sorunu benim sorunumdur diyen Tayyip Erdoğan da…
Oysa hem Gül’e, hem de Erdoğan’a, bu meseleyi Türkiye adına çözebilme fırsatı çıkmıştır. Kendilerinden tam programlı bir toprak reformunu elbette beklemiyoruz; feodalizmi yıkacak, ağa topraklarını kamulaştıracak bir çalışmaya sınıfsal konumları gereği elbette girişemezler. Ancak hazineye ait olan bu mayınlı araziyi, 5 yılda temizleyecek firmaya 44 yıllığına kiralamak yerine, bölge halkına dağıtabilmek yetkileri dahilindedir. Kürt sorunu konusunda ciddilerse bu konuda bir adım atmaları yeterlidir!
Mayınlı arazinin 49 bini Mardin’de, 36 bini Hatay’da, 34 bini Kilis’te, 15 bini Gaziantep’te, 55 bini Şanlıurfa’da, 16 bini de Şırnak’tadır. Bu kadar toprağın dağıtılmasıyla bölge halkının hangi oranda rahatlayacağını varın siz hesap edin!
Oysa meselenin bölge halkı yararına çözümünü sağlayacak bu girişim AKP’nin gündeminde olmadığı gibi tasarının ele alındığı tutanaklardan da görüyoruz ki, “bölge partisiyim” diyen DTP’nin de gündeminde değildir!
Sonuç
Tasarı iptal edilmeli, mayınlı arazinin mayından arındırılarak bölge halkına dağıtılması esas alınmalıdır. Mayın temizleme işi Maliye Bakanlığı’nın yetkisinden alınarak Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nca ülke menfaatleri göz önünde bulundurularak çözülmelidir.
18 Mayıs, 2009
ABD’NİN YENİ NATO ve AVRASYA HESABI
Mehmet Ali Güller
Teori Dergisi
Mayıs 2009 Kapağı
GİRİŞ
ABD, Büyük Ortadoğu’da yaşadığı geri çekilmeleri telafi etmek için, aslında Bush döneminde başlattığı “NATO’yu devreye sokma politikasını” olgunlaştırarak Obama döneminde yürürlülüğe soktu.
ABD, bu dönemde NATO’yu tıpkı 1991 öncesinde olduğu gibi yine “saldırı” ve “denetleme” aracı olarak değerlendirecek. 2001 yılından beri doğuya ve güneye doğru genişlemeyi sürdüren NATO, 60. yılında 28 üyeli hale gelerek, “küresel bir askeri aygıt” misyonunu hedefliyor. ABD, NATO’yu genişleterek ve Afganistan’da olduğu gibi “alan dışı”na çıkartarak, Rusya’yı güneyden kuşatma ve Çin’e uzanmayı planlamaktadır.
ABD Irak’tan kademe kademe çekilerek Baltık devletlerinden başlayıp Doğu Avrupa devletleri, Karadeniz devletleri (Batıda Romanya ve Bulgaristan, güneyde Türkiye, kuzeyde Ukrayna ve doğuda Gürcistan), Afganistan-Pakistan hattı ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne üsler vasıtasıyla yerleşmeye çalışmaktadır. Washington bu hattı sağlamlaştırdığı oranda, hem Rusya’yı kuşatmış, hem Çin’e uzanmış hem de bu iki kutup devlet arasına kama gibi girmiş olacak.
Bush döneminde büyük yenilgiler alan ABD Projesi, Obama’nın ilk aylarında da Özbek ve Kırgız hükümetlerinin Rusya’yla ittifak yaparak ABD üslerini kapatması nedeniyle bir yenilgi daha aldı.
ABD bu hatta yığınak yapmak istediği için kademe kademe Irak’tan çekilecek, Bush döneminde üstüne gittiği İran’a karşı sertlik politikalarından vazgeçip ilişki yolları arayacak ve İsrail’i Filistin konusunda kısmen frenleyecek.
ABD’nin Baltık Devletlerinden başlayarak Orta Asya’ya uzatmak istediği hattın ağırlık merkezini ise Afganistan ve Pakistan oluşturacak. (1)
Ekonomik krizle boğuşan ABD’nin bu zorluktaki Avrasya hesabını hayata geçirebilmek için kullanacağı aygıt ise NATO’dur; daha doğrusu “Yeni NATO”dur. ABD’nin, yeni NATO’yla başarıya ulaşmasının yolu ise 3 devletle ilişkisine bağlıdır.
1. AB ile ortaklık.
a. Washington, AB’nin çıkarlarının son tahlilde Batı ittifakı içinde olduğuna Brüksel’i ikna etmek zorunda.
b. Fransa’nın NATO’ya dönüşüyle Avrupa Ordusu kurulması projesi bir kez daha rafa kaldırıldı.
c. ABD olası bir kutup potansiyeli taşıyan AB’yi, NATO ilişkileri içerisinde 1991 öncesinde olduğu gibi yine denetim altında tutacak.
d. ABD olası bir kutup potansiyeli taşıyan AB’yi derinleşmek yerine genişlemeye zorlayacak. Washington AB içine daha çok Truva Atı yerleştirmeyi ve AB’nin bağlarını zayıflatmayı amaçlıyor.
2. Türkiye ile “model ortaklık”.
a. Washington Irak’tan çekilirken Kuzey Irak’ta kurduğu devleti, Türkiye’nin himayesine kabul ettirmeye çalışacak. ABD bu plan için yıllarca kullandığı PKK’yı da “kısmen” tasfiye edecek.
b. ABD Baltık devletlerinden başlayarak Orta Asya’ya uzanan hattın en önemli bileşeni olan Türkiye’yi, “Rusya-Çin-İran” seçeneğinin oluşmaması koşullarını sağlamamaya zorlayacak. İç politik baskı aracı olarak NATO geleneksel rolünü yeniden oynayacak. ABD Ankara’yı NATO-Gladyo aracılığıyla denetim altında tutmaya çalışacak.
3. Rusya ile çatışma konularında ısrar etmeme ve bekleme.
a. ABD Ukrayna’yı NATO’ya üye yaparak Rusya’yla direkt karşı karşıya gelmektense, Ukrayna’nın öncelikle AB’ye üye olmasını bekleyecek.
b. ABD “Doğu Avrupa’ya füze kalkanı kurma” projesi için fırsat kollayacak.
c. ABD Gürcistan için de Kafkas dengelerini lehe çevirme politikalarına devam edecek.
d. ABD NATO-Rusya Konseyi’ni yeniden canlandıracak.
“AMERİKAN LİDERLİĞİNİ YENİLEMEK”
NATO’nun yeni dönem stratejisini ya da “Yeni NATO”yu analiz etmeye yarayacak en önemli belgelerden biri ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın, Foreign Affairs’in Temmuz/Ağustos 2007 sayısında yayınlanan “Amerikan liderliğini yenilemek” başlıklı makalesidir.
Obama bu makalede, Washington’un (NATO’nun) yeni dönemde uygulayacağı politikaları genel hatlarıyla özetlemiştir. Daha doğrusu ABD Devleti bu makalede, Bush’la erozyona uğrayan “ABD’nin küresel liderliğini” yeniden canlandırmanın yol haritasını çiziyor.
Obama, “tehditlerin küresel terörden, haydut devletlerden ve ülkelerini kontrol edemeyen zayıf devletlerden geldiğini” belirtiyor ve “bu tehditlerin varlığının aslında ABD liderliğine çağrı olduğunu” savunuyor. (2)
“ABD’NİN DİKKATİNİ BÜYÜK ORTADOĞU’YA YÖNELTMEK”
Clinton Doktrini’nin devamı niteliği taşıyacak Obama’lı dönemde, “Washington’un önceliği Irak savaşını sona erdirmek ve ABD’nin dikkatini Büyük Ortadoğu’ya yöneltmek”! Obama “Irak’tan çekilmenin ve bu ülkede iyi kötü bir çözüm bulunmasının ABD’nin Büyük Ortadoğu’daki diğer planları için hayati olduğunu” savunuyor. (3)
Obama, “yeni dönemde askeri gücü savunma amaçlı durumların dışında, küresel istikrarın temin edilmesi için de kullanmanın gerekebileceğini” belirtiyor ve “bu durumda uluslararası desteğin sağlanması gerektiğinin şart olduğunu” vurguluyor. (4)
“YENİDEN ANTİ-KOMÜNİST İŞBİRLİĞİ”
Obama, bu noktada “yeni dönem ABD/NATO politikalarının merkezinde Afganistan ve Pakistan’ın olacağını, Keşmir ve Peştun krizlerini çözme çabası göstereceklerini” belirtiyor. “Diplomatik çaba ve girişimlerin yanında askeri yöntemlere de ağırlık verileceğini” söyleyen Obama, Washington’un “Soğuk Savaşı kazanan anti-komünist işbirliğine benzer bir oluşumu” hayata geçireceğini ve “Cibuti’den Kandahar’a kadar saldırıya hazır bir şekilde konuşlanacak güçlü bir askeri oluşum kurmayı” hedeflediğini belirtiyor. Obama “Küresel Amerikan Liderliği için yeni ittifaklar, ortaklıklar ve kurumlar kurmayı” hedefliyor. (5)
YENİ NATO İLE YENİ YÖNTEMLER
3-4 Nisan 2009 tarihli son NATO Zirvesi, NATO’nun “Yeni NATO”ya dönüştürülmesinin karara bağlandığı bir zirve oldu. Yeni NATO “Stratejik Kavram” ve “Kapsamlı Yaklaşım” adını taşıyan iki yeni konsept çerçevesinde dönüştürülecek. “Stratejik Kavram” konsepti, Yeni NATO’nun yeni ilgi alanlarını, tehdit algılamalarını ve misyon anlayışını belirliyor. “Kapsamlı Yaklaşım” konsepti ise “askeri yöntem dışında başvurulacak siyasi, ekonomik ve sosyal yöntemleri” belirliyor. Sami Kohen, bu iki projenin olgunlaştırılmasıyla, “eskisinden farklı, günün koşullarına uygun yeni bir NATO’nun ortaya çıkacağını” belirtiyor. (6)
YENİ NATO VE YENİ(DEN) ORTAKLIKLAR
ABD’nin AB, Türkiye ve Rusya ile olumlu-olumsuz ilişkileri, hesaplarının gerçekleşip gerçekleşmemesini gösterecek.
1. ABD/YENİ NATO – AB ORTAKLIĞI
ABD’nin AB ile ilişkisi iç içe geçmiş halkalar şeklindedir. ABD’nin Yeni NATO üzerinden AB ile kurduğu ilişki hem AB lehine hem aleyhine cereyan etmektedir.
Clinton’un “AB’nin ABD yararına genişletilmesi” politikası Obama döneminde de sürecek. Clinton, NATO’nun genişlemesi konusunda “NATO’yu 1999 yılından başlayarak genişletmeliyiz. Böylece bir zamanlar düşmanımız olan ülkeler müttefikimiz olacaktır... Genişletilmiş NATO, Amerika için iyidir” demekteydi. (7) Obama döneminde bu politika daha da teşvik edilecek.
ABD’nin en önemli dört politika yapım kurumu tarafından hazırlanan “İttifakın yeniden doğuşu: 21. Yüzyıl için Atlantik Sözleşmesi – Washington’un NATO Projesi” başlıklı kapsamlı raporda, ABD ve AB’nin NATO üzerinden birbirine yeniden bağlanması-çapalanması gerektiği belirtiliyor. (8)
a. ABD’nin tek kutuplu dünya politikasına karşı çıkan Almanya-Fransa merkezli AB, son 10 yıl içinde belirlediği coğrafyaya kadar genişledi. Brüksel, son dönemde de genişlemeyi bırakıp derinleşmeyi/entegrasyonu önüne görev koydu.
ABD’yle Ortadoğu konusunda çıkar çatışması yaşayan AB, hem Irak konusunda Washington’u yalnız bıraktı hem de başta enerji olmak üzere önemli bazı konularda Rusya’yla yakınlaştı.
Washington, Avrasya’ya hakim olmak için AB ile ortaklık kurmak ve AB’nin çıkarlarının son tahlilde batı ittifakı içinde olduğuna Brüksel’i ikna etmek; geleneksel anti-komünist (şimdi de anti-Avrasya) ittifakı hayata geçirmek zorunda.
b. Washington, 1999 yılından beri “Avrupa Ordusu” kurmaya çalışan AB’nin karşısına şimdi de “Yeni NATO” engeli çıkardı. ABD, Avrupa Ordusu’nu engellemek için NATO’yu AB içinde daha da genişletiyor. ABD, 60. yıl zirvesinde Hırvatistan ve Arnavutluk’u da NATO saflarına katarak 28 üyeli bir yapı oluşturdu. Avrupa’da genişleyen NATO, bir kez daha “Avrupa Ordusu” arzusunun önüne geçti.
“NATO’yu genişleterek” ABD’nin etki alanını büyütmek isteyen Barack Obama, 60. Yıl zirvesinden hemen önce Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile yaptığı görüşmenin ardından AB’ye şu önemli mesajı verdi: “Avrupa’nın savunma yeteneklerini güçlendirmesini bekliyoruz… Biz Avrupa’nın patronu olmak istemiyoruz, Avrupa ile ortak olmak istiyoruz. Avrupa savunma alanında ne kadar daha güçlü olursa, bugün yüz yüze kaldığımız ortak sorunlara karşı daha uyumlu hareket edebiliriz.” (9)
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, De Guelle’nin 1966’da NATO’nun askeri kanadından çıkardığı Paris’i yeniden NATO’nun askeri kanadına döndürdü! Fransa’nın bu hamlesine, savunma harcaması yapmak istemeyen ve NATO güvencesinden memnun olan bazı AB ülkelerinin tutumu da eklenince, Almanya “Avrupa Ordusu” kurma konusunda yalnız kalmış oldu.
Avrupa Parlamentosu’nda 19 Şubat 2009 tarihinde alınan “AB güvenliğinde NATO’nun rolü” konulu karar AB’yi NATO’ya sıkı sıkı bağlamıştır. Gelişme, Le Monde Diplomatique’de şöyle değerlendirilmiştir: “Askeri gücü olmayan Avrupa Birliği ‘havlayan, ama ısırmayan bir köpek’ haline getirilmiştir. (10)
c. NATO’nun “savunma/saldırı örgütü” olmasının ötesindeki başat özelliği yani üyesi olan devletleri ABD adına denetim altında tutma görevi, Obama’lı yeni dönemde tekrar hayata geçiyor. Washington, yeni dönemde de NATO aracılığıyla AB’yi denetim altında tutmaya çalışacak.
d. ABD olası bir kutup potansiyeli taşıyan AB’yi derinleşmek yerine genişlemeye zorlayacak. Washington AB içine daha çok Truva Atı yerleştirecek ve AB’nin bağlarını zayıflatacak.
ABD, tüm AB ülkelerini NATO’ya alacak ve NATO’ya almak istediği tüm ülkeleri de AB’ye tam üyelik ya da imtiyazlı ortaklık şeklinde yerleştirmeye çalışacak.
2. ABD/YENİ NATO – TÜRKİYE İLE MODEL ORTAKLIK
ABD’nin Avrasya Hesabı’nda Irak’ın kuzeyi özel bir öneme sahip. Washington bu konuda yıllardır Türkiye’yi sıkıştırıyor. ABD, Irak’ın kuzeyinde kuracağı Kukla Devlet ile hem İsrail’in güvenliğini sağlamayı, hem Türkiye’yi kontrol edilebilir şekilde bölmeyi hem de bu devleti bir tramplen gibi kullanarak Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu arasında kritik bir siyasi üs oluşturmayı hedefliyor. ABD, Kukla Devlet içinde dünyanın en büyük askeri üssünü zaten kurmuş durumda.
Irak’ın kuzeyi, Washington için bir devlet olmanın ötesinde, ABD’nin Türkiye’yi ve İran’ı denetim altında tutmak açısından büyük önem taşıyor.
1 Mart tezkere kriziyle önemli bir kırılma yaşayan Türk-ABD ilişkileri Obama döneminde hem Clinton politikalarıyla tamir edilmeye çalışılacak hem de Yeni NATO üzerinden biçimlendirilecek.
Clinton, TBMM’de yaptığı konuşmada Türkiye’yi ABD’nin Avrasya hesabına kapı açacak ya da kapatacak bir “kilit” olarak tanımlamıştı. Clinton döneminin en önemli politikası da, Ankara’yı Rusya-Çin-İran eksenine kaymaması için AB kapısına bağlamaktı.
Obama Clinton’un kaldığı yerden devam etme yolunda. ABD devleti Obamalı dönemde Türkiye’ye Clinton’un kilit tanımı benzeri bir tanım getirdi: “Model ortaklık”.
Türkiye ziyaretinde “Küresel ve bölgesel sorunların çözümü Türkiye-ABD arasında model ortaklık kurulması ile mümkündür” diyen Obama “model ortaklık” tanımını da şu şekilde yaptı: “Türkiye’nin önemini vurgulamak istiyorum. Türkiye Batı ve Doğu arasında köprü görevi gören bir ülke olarak adlandırılır. Sıradışı ve zengin bir mirasa sahip. Söz konusu eski medeniyet ve yeni ulus devletlerin birlikte barındığı, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye önem veren, canlı ekonomisi olan, NATO üyesi ve çoğunluğu Müslüman olan, bu anlamda özgün bir yere sahip. Bölgesel ve stratejik anlamda son derece önemli. Bunun sonucu olarak birlikte çalışmamız bizi heyecanlandırıyor. Birlikte çalışmak Müslüman dünyası ile Batı dünyası arasında birleşmeyi sağlayacak, bizi refah ve güvenliğe götüren bir yol olacak. Başarı Türkiye ve ABD'nin model ortaklık oluşturmasıyla mümkün olabilir. Baskın bir Hıristiyan ulusla Müslüman ulus bir araya gelecek ve iki kıtayı birleştirecek. Bizim son derece büyük bir Hıristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen biz kendimizi vatandaşların oluşturduğu, ideallerin birbirine bağladığı bir ulus olarak görüyoruz. Laik bir ülke vaadinin ve hukuk üstünlüğüne saygı gösterme vaadinin sürdürülmesinin Batı ve Doğu olarak birlikte hareket edebilecek olursak son derece sıradışı bir etkisi olacaktır.” (11)
a. Model Ortaklık tanımı yeniyse de, ABD Devleti Türkiye ile bu dönemde uygulayacağı politikaları Bush’un son yılında olgunlaştırmaya başlamıştı. ABD devleti için bu dönemin temel çizgisi “PKK’nın tasfiyesi karşılığında Kukla Devleti Türkiye’ye tanıtmak” şeklinde özetlenebilir.
Kademe kademe Irak’tan Irak’ın kuzeyine çekilecek yani kukla devletine yerleşecek olan ABD, Türkiye’nin bu devleti himaye etmesine mecbur. Türkiye’nin himaye etmediği bir Kukla Devlet’in yaşaması mümkün olmayacak.
ABD bu plan için, yıllarca kullandığı PKK’yı da “kısmen” tasfiye edecek. Washington’un hedefinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin tamamen Barzanileştirilmesi var.
b. ABD, 90’ların başında “hizadan çıktığını” tespit ettiği Türk Ordusu’nu yeniden hizaya sokmak için uzun süredir uğraşıyor. Hükümetler üzerinden denetlemeye çalışmak ve içerden bölmek üzerine inşa edilen TSK karşıtı hesaplarında başarı kazanamayan ABD, Yeni NATO’yu Türkiye’de çoktan harekete geçirdi. Washington Ergenekon tertibiyle, Yeni NATO’yu yine Ankara’yı denetim altında tutmak için araç olarak kullanıyor.
c. ABD ve Türkiye’nin ulusal menfaatleri şiddetli çatışma halindedir. Irak, Kıbrıs, Ermeni sorunu önde gelen çatışma alanlarıdır. Öyle ki, Türkiye dünyanın en anti-Amerikan dalgasının yükseldiği ülke olmuştur.
1 Mart 2003 tezkere kriziyle büyük kırılma yaşayan Türk-Amerikan ilişkilerini onarmak ve Türkiye’ye “stratejik ortak” ve “model ortak” kavramlarıyla BOP politikaları uygulatmak, Washington açısından olmazsa olmazdır.
CIA Türkiye Masası eski şefi Graham Fuller, “Esasen Türkiye’nin, ABD politikalarının hala Türk çıkarlarına hizmet ettiğine ikna edilmesi gerekmektedir” demektedir. (12) İşte Yeni NATO bu “ikna” sürecinin aygıtı olacaktır!
3. ABD/YENİ NATO – RUSYA İLE ÇATIŞMA KONULARINDA ISRAR ETMEME
ABD/Yeni NATO, Rusya’yı askeri-siyasi çevreleme politikasını sürdürecek ancak Bush döneminden farklı olarak “kontrollü çatışma” politikası izleyecek. Washington’un 2001-2008 yıllarına damga vuran “ya bendensin, ya düşmandansın” politikası, yeni dönemde “kontrollü çatışma” denilen, “çatışma konularında ısrar etmeme, bekleme, ortaklıklarla çevreleme” politikasına dönüşecek.
“Washington’un NATO Projesi” raporunda ilişki “nişanlanma ve sorunları yeniden çözme” şeklinde tarif ediliyor. Rapor Moskova’yla yürütülecek politika için Washington’un önüne iki aşamalı yol çiziyor. Buna göre izlenecek ilk yol, ABD’nin, potansiyel yarar sağlayacak konuları somutlaştırması ve önde tutması; ikinci yol da, sorunları BM ve Helsinki prensipleri gibi uluslararası kurallar içinde ele alınmaya Moskova’yı zorlaması. (13)
Rusya’nın ABD’nin kışkırttığı Gürcistan’a 2008 Ağustos’unda verdiği sert yanıt sonrası rafa kaldırılan NATO-Rusya Konseyi çalışmaları, yeni dönemde tekrar hayata geçiyor. ABD, 5 Mart 2009’daki NATO Dışişleri Bakanları toplantısında, NATO-Rusya Konseyi’nin yeniden harekete geçirilmesi kararını aldırdı.
a. Yeni NATO’nun Rusya’yla ilişkiler konusunda en sıkıntılı olacağı çatışma alanlarının başında Ukrayna geliyor. Avrasya’yı çevreleme hattının önemli bir noktasında yer alan Ukrayna, ABD’nin son 5 yılda üzerine olanca abanmasına rağmen, başarı elde edemediği bir ülke oldu.
ABD/Yeni NATO bu dönemde Ukrayna’ya direkt abanmaktan vazgeçecek ve Rusya’yla dolaylı çatışmayı sürdürecek. Zbigniew Brzezinski ve Brent Scowcroft gibi politika yapıcıların ABD’ye bu konuda çizdiği yol haritası “AB’yi dışarıya uzanması için özendirmek” ve “AB’yi bu bölgelere itmek ve durumun günbegün gelişmesine izin vermek” şeklinde. Brzezinski ve Scowcroft şöyle diyor: “AB’nin tüm üyeleri NATO üyesi olacak. Bu nedenle eğer Ukrayna bir gün AB’nin bir parçası haline gelirse, NATO üyesi olmanın yollarını arayacaktır.” (14)
ABD Doğu Avrupa’ya füze kalkanı projesini de kısmen rafa kaldırıyor. Bush dönemimin önemli çatışma alanlarından biri olan bu konu, Rusya’nın sert tepkisine yol açmış ve Washington bu konuda ilerleme sağlayamamıştı.
Washington, yeni dönemde bu konuda da “kontrollü çatışma” politikası izleyecek ve AB’yi ileri cepheye sürecek.
b. Gürcistan da ABD’nin Bush döneminde abandığı ama Rusya engeline sert çarptığı bir çatışma alanı.
Kafkaslara Gürcistan üzerinden girmeye çalışan ABD/NATO, Rusya’nın Ağustos 2008’de verdiği sert yanıtla büyük gerileme yaşadı. Karadeniz’e dahil olmaya çalışan ABD, Rusya’nın bu hamlesiyle önemli mevziler kaybetti. Üstelik Rusya Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını tanıdı. Moskova Abhazya’nın Gudauta ve Güney Osetya’nın Şinvali kentinde, 2010 yılında aktif hale gelecek iki üs hazırlıklarına başladı.
Gürcistan’ın NATO’ya üyeliği konusu Moskova açısından kırmızı çizgi olma özelliği taşıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, “Rusya ile Gürcistan arasında yaşanan savaş, NATO’nun genişleme politikalarının ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğinin ispatıdır” diyerek ABD ve AB’ye uyarıda bulundu. “Gürcistan NATO’ya üye yapılırsa Ağustos krizi tekrarlanır” mesajı veren Moskova’nın kararlılığı yankı buldu ve Aralık ayındaki NATO zirvesinde, Almanya’nın bloke etmesiyle Gürcistan’ın “üyelik aksiyon planı”na dahil edilmesi engellenmiş oldu.
c. ABD 5 Mart 2009 tarihindeki NATO Dışişleri Bakanları toplantısında NATO-Rusya Konseyi’nin yeniden işlerlik kazanmasını karara bağlattı. Washington böylece, yeni dönemin “kontrollü çatışma” politikasını izleyecek aygıtı devreye sokmuş oldu. Ancak bu aygıt, yani NATO-Rusya Konseyi, aynı zamanda Moskova’nın NATO içine kama gibi girmesine de olanak vermekte.
SONUÇ
1990-2000 yılları arasında kısmen “dünyanın hakimi” olan ABD, Bush döneminde 2025’ten sonra da bu egemenliği sürdürebilmek için, stratejik hamleler yaptı ama kazanamadı. Üstelik 2000-2008 dönemi Rusya’nın yeniden toparlandığı, Çin’in dünya siyaset sahnesine daha ağırlıklı çıktığı, Hindistan’ın Avrasya ekseninde yükseldiği, Brezilya’nın ABD’nin arka bahçesini değiştirdiği, İran’ın Washington’a kafa tuttuğu bir dönem oldu.
2009’a ağır ekonomik bunalımla giren ABD emperyalist devleti, ilerleyen yıllarda da süper güç olabilmek adına önüne koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nde ilerleme sağlayabilmek için Obama döneminde taktik değişikliklere gidiyor.
İşte Yeni NATO bu taktik değişikliğin uygulanmasının aracı olarak karşımıza çıkacak/çıkmaya başladı.
Yeni NATO’nun karşısında da günbegün etkinliği artacak olan Şangay İşbirliği Örügütü’nü göreceğiz. Rusya ve Çin’in ABD’ye karşı askeri işbirliği aygıtı olan ŞİÖ, aynı zamanda ABD’nin hedefinde olan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne de kalkan görevi görüyor.
ABD, son tahlilde dünyanın değişen dengeleri içinde başarı şansına asla sahip değil. 21 yy. ABD’nin gerilemesine ve Avrasya’nın yükselmesine sahne olacak.
Çıkarları ABD ile çelişen Türkiye de, er geç NATO’dan çıkacak ve yükselen Avrasya içindeki yerini alacaktır.
DİPNOTLAR
(1) (The Afghan-Pakistan War: New NATO/ISAF Reporting on Key Trends, Center for Strategic and International Studies, 10 Şubat 2009)
(2) (Barack Obama, Renewing American Leadership, Foreign Affairs, July/August 2007)
(3) (Barack Obama, Renewing American Leadership, Foreign Affairs, July/August 2007)
(4) (Barack Obama, Renewing American Leadership, Foreign Affairs, July/August 2007)
(5) (Barack Obama, Renewing American Leadership, Foreign Affairs, July/August 2007)
(6) (Sami Kohen, Milliyet, 3 Nisan 2009)
(7) (6 Şubat 1999, Yeni Yüzyıl)
(8) (Alliance Reborn: An Atlantic Compact for the 21st Century - The Washington NATO Project, Atlantic Council of the United States, Center for Strategic and International Studies, Center for Technology and National Security Policy NDU, Center for Transatlantic Relations, Johns Hopkins University SAIS, Şubat 2009)
(9) (Deutsche Welle, 3 Nisan 2009)
(10) (Le Monde Diplomatique, Mart 2009, Serge Halimi)
(11) (7 Nisan 2009 tarihli günlük gazeteler)
(12) (Graham Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Timaş Yayınları)
(13) (Alliance Reborn: An Atlantic Compact for the 21st Century - The Washington
NATO Project, Atlantic Council of the United States, Center for Strategic and International Studies, Center for Technology and National Security Policy NDU, Center for Transatlantic Relations, Johns Hopkins University SAIS, Şubat 2009)
(14) (Zbigniew Brzezinski-Brent Scowcroft, Amerika ve Dünya, Profil Yayınları)
10 Mayıs, 2009
Gül, Rasmussen'e neden "evet" demiş?! - Mehmet Ali Güller
Abdullah Gül, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı hiçe sayarak neden Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği’ne “evet” dediğini açıklamış!
Bu açıklamayı Türk basını yerine New York Times yazarı Roger Cohen’e yapan Gül şöyle diyor: “Obama’nın ilk Avrupa seyahatinde başarılı olmasını istedik. Başarısız olması birçok şeyi gölgeleyecekti. Bu nedenle Rasmussen’i kabul ettik”.
New York Times’tan öğrendiğimize göre Obama Gül’e, “Rasmussen İslam dünyasıyla çok yakın bir diyalog kuracak, aynı zamanda hareketlerinde çok dikkatli olacak” garantisi vermiş.
Hatırlayalım:
NATO Genel Sekreterliği seçimi öncesi Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatıyla kırmızı bir çizgi çekmiş ve Rasmussen’in adaylığını veto edeceklerini açıklamıştı. Abdullah Gül ise Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatıyla, bu kırmızı çizgiyi yok saymış, deyim yerindeyse Erdoğan’ı dünyanın gözü önünde hiçe sayarak, Rasmussen’e evet demişti.
Türkiye bir yandan Başbakanı ve Cumhurbaşkanı’nın ikili yönetim sergilemesiyle dünyaya kötü bir görüntü vermiş, bir yandan da “at pazarlığı”yla yine gündem konusu olmuştu.
Pazarlığa göre; Rasmussen “evet” karşılığında İslam dünyasından özür dileyecek, kendisine bir Türk yardımcısı seçecek ve NATO’nun Afganistan Özel Temsilcisi de Türk olacaktı!
Ancak eski Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen, özür dilemek şöyle dursun, İslam dünyasını ayağa kaldıran karikatürleri ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirdi. Medeniyetler İttifakı 2. Forumu kapsamında İstanbul’da konuşan Rasmussen, attığı bu golle yetinmedi. Rasmussen, kendisine Türk yardımcı yerine de, Danimarka’nın eski Ankara Büyükelçisi’ni seçti!
Öte yandan pazarlığın üçüncü konusu olan “NATO’nun Afganistan Özel Temsilcisi”nin Türk olması da alınan bir taviz değil! Operasyonel asker göndermeye direnen Türk Devleti’nin iradesini kırmak için daha önce Hikmet Çetin zaten NATO’nun Afganistan Özel Temsilcisi seçilmişti. Yani Rasmussen’e “evet”in karşılığında önerilen 3. teklif bir kazanım değil, tam tersine Türk Devleti’ni “Yeni NATO” siyasetine mahkum etmenin aracıdır.
Dönelim Gül’ün Rasmussen’e neden “evet” dediğiyle ilgili açıklamasına:
“Obama’nın ilk Avrupa seyahatinde başarılı olmasını istedik. Başarısız olması birçok şeyi gölgeleyecekti. Bu nedenle Rasmussen’i kabul ettik”
Bu mudur Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika ölçütü?
ABD Devlet Başkanı’nın başarısına göre mi tayin ediyoruz dış politikamızı?
60 yıllık Küçük Amerika sürecinin geldiği boyut, Obama’nın başarılı olması için politika belirlemeye kadar düşmüş müdür?
Abdulah Gül 2004’te Powell ile imzaladığı “2 sayfalık 9 maddelik” gizli anlaşmasını Cumhurbaşkanı sıfatıyla –daha büyük yetkiyle- sürdürmektedir.
Gül’ün Irak’ın kuzeyine “Kürdistan” demesi, Erivan’a maç izlemeye gitmesiyle başlattığı Ermenistan’la “ABD’nin normalleşme planı”nı uygulaması aynı anlaşmanın maddelerindendir.
Türk devleti büyük güvenlik problemleriyle karşı karşıyadır!
4 Mayıs 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)