Translate

12 Haziran, 2006

"KEMALİZM" VE İÇİMİZDEKİ "A.B" ! Tahir ÇALGÜNER
(Bu yazı, Cumhuriyet gazetesi, Aydınlık dergisi, Radikal gazetesi ve Mudafaa-i Hukuk dergisi tarafından çeşitli bahaneler ileri sürülerek yayınlanmamıştır.) - yazar dip notu-
Bu makale, aslında itiraf etmek gerekir ki, biraz zamansız yazıldı. Ne "sağ"cıların, ne de “sol”cuların, hatta anadan babadan kalma yöntemlerle "solculuk" yapan "sahte sosyalistlerin" üzerine alınması ve de "anlaması" beklentisi içinde değiliz. Gelecekte, "Mülkiye”den (!) birileri çıkıp da "Gerçek Kemalistlerin akılları neredeydi?" dediğinde, vereceğimiz bir cevabın olması açısından, bu makalenin sadece kayıtlara girmesi temel amacım. İşte o zamana kadar, önce 'Atatürk' yerine "Mustafa Kemal", sonra da "Atatürkçülük" yerine "Kemalizm" kavramını kullanmaya devam edeceğim. (Hem biçim, hem de içerik olarak! ).
Önce 1923 Kemalizm Tanımlaması: Kemalizm; Aydınlanma döneminin ürünü olan sağ ve sol evrensel değerleri aynı anda kapsayan ve her iki değerler kümesini tek bir ulusal devlet potasında içselleştiren, anti emperyalîst (bağımsız) yeni bir paradigmanın adıdır. Kemalizm "Demokrasi" yerine rahatlıkla kullanılabilir. Kemalizm, Türk devriminin bir ürünü olup, döneminin çok ötesinde "akılcı"(pozitivist) paradigmayı da içeren bir "üst bilinç" devrimidir. Kesinlikle, Kemalizm bir üçüncü yol olması nedeniyle Sosyalizme ( salt sosyalizm ) eşlenemez ve de indirgenemez. Kemalizm, bir ideoloji olmasının yanında,yurttaşlık bilincini de içeren, düşünsel bir paradigmanın 'bütüncül' (holistik) adıdır da aynı zamanda...” Bilimsel Kemalizm”, özgün bir ekonomik doktirin ile de temellendirilmiştir ve iktidarı hedefler.
Nadir Nadi'nin Varsayımı;
"Sol”cu!! bir gazetenin kurucularından olan Nadir Nadi, "Ben Atatürkçü değilim" adlı kitabında yıllardır vurguladığı bir cümlesi çok ilginçtir. Aynen aktarıyorum; "Devrim ilkelerini, ( Kemalizm'i kastediyor 1920-1938 kasım) dimdik ayakta tutmaya karar vermediğimiz surece çok partili demokratik rejimin yurdumuzda yaşamasına olanak yoktur.”
İlk bakışta şirin gözüken bu varsayımın, orijinal Kemalizm tanımlaması ile karşılaştırdığında; hem teorik olarak hem de pratikte gerçekleştirilmesi konusunda bazı mantıksal zorlukları vardır. Şöyle ki;
1- Kemalist bir parti veya örgütlenme Sağ ve Sol düşünsel motifleri zaten içeriyor ve içselleştiriyorsa, bunun yanında çok partili bir demokratik rejimde yer alan "Sağ ve Sol" partilerin kurulmasına gerek kalmayabilir. Kısacası; "Sol”culuk ve "Sağ"cılık oyunu Kemalizm ve ilkelerinin hayata geçirilmesinde başlı başına bir engel haline gelebilir. Bu iki indirgenmiş ve parcacı yapılanma, Kemalizm kavramına sahip çıkmada ve benimsemede istekli olamayabilir. Her ne kadar yürekten! savunsalar da ! bazı okları işlerine gelmeyebilir.
2- Zaten yaşanan olaylar ve Türkiye'nin geldiği nokta, Mustafa Kemal'in "Kemalizm" çizgisinden çok uzaktır. Acaba varılan bu noktada, aksaklığın nedeni sadece gericiler (dinciler) veya ikinci Cumhuriyetçiler midir ?
Bu noktada, temel hata şudur; "Kemalizm" yanlış yorumlanmakta yada işlerine geldikleri gibi yorumlanılmaktadır. Hem "Atatürkçülük"! adı altında Kemalizm'i dışlayan hem de aynı zamanda "Mustafa Kemal”e sahip çıkan (Sağ) ve (Sol) daki bu anlamsız kutuplaşmanın aslında demokrasimiz açısından "patolojik" ve samimi olmayan yan bir durum olarak yorumlanmaması için hiçbir neden yoktur. Zaten, bu konuları çok iyi bilen Nadir Nadi'de "Ben Atatürkçü Değilim" derken şakayla karışık acaba doğru mu söylüyordu diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bir yol ayırımı:
"Salt" Sol'un, Kemalizm'i nasıl yorumlayarak "eklektik" bir yama gibi programına yapıştırdığı Murat ÖNER 'in kitabında vurgulanıyor.
CHP'nin "post" kavgası yaşadığı birinci kurultayında şu tanımlama yapılmaktadır. "Kurtuluş Savaşı, Batı kapitalizmine (?) emperyalizme karşı yapılmıştı. Bu niteliğiyle, CHP sol bir parti idi" denilmektedir. Böylelikle "Ortanın Solu"ndan, "Sol'a doğru kayış (yayılmacılık) başlamıştır. Kemalist Devrimin sürdüğü 1938 Kasımına kadar geçen süre incelendiğinde görülecektir ki; Zaten toplumsal yapıda bir işçi sınıfı yoktur. Dolayısıyla, olmayan bir kesimin haklarını savunmayı "Sol"culuk olarak yorumlayan Kemalizm kendisi değil, bizzat dönemin (CHP) yönetimidir. Solculuk kırk yıllık bir politika olarak Kemalizm ile özdeşleştirilmiştir. (Tarih 1965) Kısacası pusula şaşmıştır.
Çözüm:
Yeniden Kemalizm Kuvâyi Milliye ruhuna temelli "Kemalizm"in bir şubesi olarak çalışan CHP yönetimi şunu iyi bilmelidir ki; Ana bayii "Kemalizm"dir. Şubenin faaliyetine istediği ve istendiği zaman son verilebilir. Görüleceği üzere, ben salt "Sol'cuyum veya “Sağ”cıyım diyen bir zihniyetin Kemalistliğinden şüphe etmek gerekir. Kaldı ki, zaten bu kesimler nedense Atatürkçülük yapmayı "Kemalizm'e" tercih etmektedirler. Günümüzde, bazı ileri derece zekalı Solcuların!, Atatürkçü parti enflasyonu yaşanan bir ülkede yeni bir 'Atatürkçü parti kurulmalıdır!' savlarını ise gülünç buluyorum.
Mustafa Kemal'in “Lenin”den daha akıllı ve vizyonu geniş bir lider olduğu zaten bilinen bir olgudur. Çağdaşının dün heykeli yıkılırken, Mustafa Kemal'in bugün dimdik ayakta kalmasının temel nedeni budur. Mustafâ Kemal "salt" sosyalizmi bir model olarak benimsememiştir. Üretim açısından getirdiği modeli yeterli görmediği gibi birey hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi içermemesini de ülke amaçlarına uygun bulmuyordu. Devletçilik ve Halkçılık ilkeleri Mustafa Kemal'in "ılımlı toplumculuk" fikrini yansıtmaktadır. (Kışlalı, 1994). Avrupa Birliğinin Kemalizm raporuna göre “Yeni Atatürkçülüğün Sol - Kemalist geleneğin izlerini taşıyan yoğun bir anti emperyalist vurguda olduğu” belirtilmektedir. Belirtmeliyiz ki; sivil toplum kuruluşları arasında yapılan bu anket çalışmasının "gerçek Kemalistleri" örneklem kümesine almaması istatistik bilimi terimiyle söylersek büyük bir standart sapma verir. (Araştırmanın hata payı büyüktür.)
Günümüzde işçi (emek) kesimi içinde geçerli olabilecek bir görüşü; Mustafa Kemal, çiftçiler için zamanında şöyle dile getirmektedir; “Milletimizin %80'i çiftçidir. Öyleyse Halk Fırkası dendiğinde bu asıl kitle kastedilmektedir. Yalnız çiftçilerim ve köylülerin haklarını sağlamak için öbür sınıflara karşı parti mi kuracağız.? HAYIR. Köylünün düşmanı olabilecek olanlar kimlerdir.? Çok çiftlikleri ve geniş toprakları olan insanlardır. Oysa, arkadaşlar bizim ülkemizde böyle geniş toprakları olan kaç kişidir.? Ve acaba mevcut olan geniş toprak ve çiftlik sahipleri düzeyinde her köylüye toprak vermek için ülkemizin toprakları yetmez mi?” bu cümle aslında, Kemalizm'in, ideolojiler yelpazesinde nerede olduğunun açık bir göstergesidir. (Tabii ki anlayana!).Bir problemi , onu yaratan bilinç düzeyi ile çözemezsiniz. Kemalist bir bilinç düzlemini, iliklerimize kadar inen şekilde algılamamızı sağlayacak noktada içselleştirmeliyiz.
Atatürkçüleştirilen bir Kemalizm, ‘Kemalizm’ değildir. Aklın ve yüreğin, TEK ve bütünsel ideolojisi, sivil toplum ve toplumsal örgütlerin çoğulculuğu ve iktidarı denetlemesi, ihtiyacımız olan budur.
Böylelikle, adeta bir "kooperatif demokrasisi" içinde yönetilen idealist olmayan sivil toplum (dışı) örgütlerde partilerin müştemilatı olmaktan kurtulur. Böylelikle, sivil toplum örgütleri de Parti yandaşlığından, “demokrasi yandaşlığına” doğru Kemalist iktidarı ve toplumu denetleyen ve çağcıl alternatif çözüm üreten, gerçek "demokratik toplumsal mevziler" olarak gelişebilirler. Çoğulculuk ve çok sesli siyasi yaşam, sivil toplum örgütleri ve iktidar arasındaki karşılıklı etkileşime dayalı olarak gerçekleştirilmelidir.
Ahmet Taner Kışlalı' nın ifadeleriyle; "ölümünün 67. yıl dönümünde (Sağ) dan ve (Sol) dan (!) en aşağılık saldırıların üzerinde yoğunlaştığı bir "diktatörü" (!) en içten saygı ve sevgilerimle anıyorum. (Hatırlıyorum) GENÇLİK, hitabendeki üzerini son kertede karaladığın son cümlenin anlamını ve mesajını çok iyi biliyor!
“Bilimsel Sosyalizme” ve / veya Neo - liberalizme giden yolda Kemalizmi, İstanbul’a giden Varan otobüslerinin Bolu dağındaki konaklama tesisi olarak algılayan kişilere de, “Kemalizm’in”, iktidarı hedefleyen bir varış (destination) noktası olduğunu da bu vesile ile hatırlatmak gerekebilir..
Kemalizm, güncel düşünsel bir ideoloji olmanın yanında bilimsel, hedefsel ve aynı zamanda bütünsel bir “bilme” biçimidir.
“A.B” nin oynak ve Türkiye’yi dışlayan dış politikası ile “Kemalizmin” maalesef iç kamuoyumuzda yaşadığı bu zorlu engelleme (uyum) süreci ve varoluş mücadelesi aslında benzer kaderi paylasan iki sevgili gibi…. Bu açıdan; Tam Kemalist bir iktidar, hem Türkiye’nin hem de “A.B “’nin yolunu açması açısından da varılması gereken samimi bir iktidar hedefi olarak görülmesi gerekir. Aksi takdirde; Kemalizmi,ve Türkiye’yi dışlamanın dayanılmaz kompleksi içinde, “AB” ve Türkiye daima birbirinin varlık alanı dışında kalmaya mahkumdur.
Ağaçlara bakmaktan, ormanın güzelliğini göremeyen, Türkiye'deki dogmatik "Sol" ve "Sağ" kemikleşmiş “maskeli” kafalara ve Bürüksel’e sevgilerimle... 27-04-2006 e -mail: tahircalguner@hotmail.com

09 Haziran, 2006

“Töre cinayetleri ve kızları zorla evlendirme!”söylemi, Türklere karşı yeni bir stigma mı?
Mehmet ŞEKEROĞLU
Stigma, Yunanca bir kelime. Eski Yunan’da, suç işlemiş olanların özellikle yüzlerine, toplum içine girdiklerinde tanınsınlar, tehlikeli oldukları anlaşılsın diye, bir işaret kazılırmış. Bu insanlar, stigmayı çıkmaz bir leke gibi yüzlerinde taşırlarmış. Sonuçta onlar, toplumun bir çeşit günah keçileri işlevini görürlermiş. Toplum, kendisinin “iyi” olduğunu hissetmet için, bu “kötü”leri ortaya atar ve rahatlarmış. Stigma, Naziler döneminde, Yahudilere belli bir kıyafet giydirilerek ve ceketlerinin göğüslerine sarı Davut Yıldızı (Davidstern) dikilerek uygulandı. Bu yıldızı gören Alman, kendisinin onlardan olmadığına şükrederek rahatlıyor, “kötü”ye kızma veya saldırma güdülerini, sarı yıldızlılar sayesinde tatmin ediyordu. Sonuç olarak, Alman toplumunun içindeki bütün ekonomik ve sosyal sorunlar unutturulmaya, hasıraltı edilmeye çalışılıyordu. Bütün olumsuzlukların asıl suçlusu Yahudiler’di. * Günümüzde, Stigma artık özellikle kitaplar ve medya organları aracılığıyla yürütülen karalama propagandasıyla, manipulasyonla yaratılmaktadır. ABD’nin, 11 Eylül saldırısını, El Kaide’nin üstüne yıkarak, “Terörist Müslüman” imajı/ stigması yaratması, bu olguya günümüzde en açık örnektir. Olaydan sonra günlerce, aylarca, özellikle Batı ülkelerinin televizyonları, sürekli olarak, uçakların, içinde insanlar bulunan binaya çarptığı sahneleri, binanın çöktüğü anları göstermiştir. Yine, binaların, arabalarında Kuranı Kerim bulunan Bin Laden’in adamları (“Müslüman teröristler”) tarafından yapıldığı binlerce kez tekrarlanmıştır. Bu arada, elinde makinalı tüfekle Bin Ladin görüntüleri gösterilip durmuş, sonunda özellikle Hıristiyan dünyasında istenen stigma yaratılmıştır: “‘Müslümanlık terörizme bulaşmış bir din, ‘Müslüman teröristler’ çok sakıncalıdır!” Sonuç: “Onlardan gelecek tehlikeyi önlemek için, onları bulundukları yerde vurmak gerekir. Öyleyse, Afganistan’ı, Irak’ı, Suriye’yi, İran’ı... işgal etmeliyiz!..” Irkçılık da, aşağı ırktan olduğu söylenen insanlara karşı, bir çeşit stigma yaratma çabasıdır. Belirli biyolojik/ırksal özellikleri olduğu, ne yaparlarsa yapsınlar bu özelliklerden kurtulamayacakları iddia edilen insanlar, bu olumsuz özellikleri nedeniyle, olumlu özellikleri olduğu söylenen “üstün ırk”tan ayrı tutulurlar, dışlanırlar. Böylece, bir taşla birkaç kuş vurulur. “Üstün ırk”tan olduğunu sanan insanlar, kendi aralarında ekonomik ve sosyal kavgalara girmezler, toplumda, hakim sistemi güçlendirici bir temel oluşur. Buna bağlı olarak, “aşağı ırk”tan geldiği söylenen insanlar ise, köle muamelesi görürler, onların eşitlik talepleri, daha baştan boğulmaya mahkumdur. Çünkü, onlarla, “aşağı ırk”tan olmaları nedeniyle, zaten eşit seviyede ilişkiye girilmez. Bunun için kendilerine vurulan stigmadan kurtulmaları gerekir ki bu olanaksızdır. Atılan çamur iz bırakmıştır. Kendi durumlarının stigmaya uymadığını, kendilerinin de herkes gibi normal insanlar olduklarını ve hatta “üstün ırk”ın özelliklerini bile taşıdıklarını, kendi milletlerinden olan “geri kalmış cahil ve et kafalılardan nefret ettiklerini...” falan söyleyip, bunu ne kadar ispat etmeye çalışırlarsa çalışsınlar, hakim güçler tarafından kendilerine yamanan o “leke”den/ stigmadan kurtulamazlar. Avrupa’da, bu türden stigma yaratmaların tarihi çok eskilere dayanır. Örneğin Almanya’da, Nazi kıyımından önce, “cadı avı” denen kadın katliamı olmuş ve bu yüzlerce yıl sürmüştür. Güya cadı oldukları vücutlarındaki bir işaretten tesbit edilen kadınlar, ne yaparlarsa yapsınlar, bu cendereden kendilerini kurtaramıyorlar, stigma bahanelerinden birinin yanlışlığını ispatlasalar, bir başka bahaneyle barbarca ölüme gönderiliyorlardı. * Avrupa’da, özellikle Almanya’da uygulanan kan/ kafatası ırkçılığı 1945’ten sonra yasal olarak bitti. Tabii ki Alman toplumu 1945’ten sonra, sadece uluslararası baskı ve demokratik yasaların yaptırımlarıyla değil, entellektüellerin çabaları, öğrenci hareketleri ve diğer çeşitli demokratik örgütlenmeler aracılığıyla ırkçılığa karşı tavır almış, yani demokratik bir potansiyel yaratmayı başarmıştır. Ancak, hiçbir toplumsal olgu, birdenbire, yeni yasalarla bitmez. Gizil olarak yaşar. Ya uygun ortamı bulduğunda tekrar ortaya çıkar, veya değişik görüntüler halinde sürekliliğini sürdürür. Almanya’da, hem sürekliliğini koruyan açık bir ırkçılık söylemi, hem de yasaların engellemesiyle kendini açıkça ifade edemeyen gizil bir ırkçılık devam etmektedir. Gizil olarak süren ırkçılığın kendini ifade etme yollarından en yaygını, “kültür ırkçılığı”dır. Önce, Almanya’daki kültür ırkçılığı’yla ilgili olarak birbirine bağlı dört tez ortaya atacağım: Almanya’da 1945’ten sonra biyolojik ırkçılık, yani “kafatası” farklılığına dayandırılan ırkçılık, dıştan gelen (uluslararası) yaptırımlarla (sanktion) ve içteki demokratik gelişmelerle sadece Almanya nüfusuna göre az sayıda bir Neonazi grubun ve onları kışkırtan ırkçı entellerin ideolojisi haline gelip marjinalleşmiştir. Ancak, Almanya’da “yabancı”ya, “öteki”ye yönelik ayrımcılık ve dışlama, toplumun yukarıdan aşağıya geniş kitlelerinde şekil değiştirerek devam etmiştir. İşte bu tür modern/ postmodern, tesbiti ve ispatı zor ırkçılık türü, “kültür ırkçılığı”dır. Almanya’da Türklere yönelik kültür ırkçılığı, Türk göçmenlerin Almanya’ya gelişlerinden beri çeşitli stigmalar aracılığıyla sürekli canlı tutulmaktadır. Türklere yönelik kültür ırkçısı stigmaların son birkaç yıldan beri, biri somut, diğeri soyut iki ana görünüşü vardır. Bunlardan somut olanına en belirgin örnek “türban”, soyut olanına ise, birbirini tamamlayan iki konudur: “Türk toplumunda töre cinayetleri ve kızların erken yaşta zorla evlendirilmesi”. (Ayrıca, yine, 2005-2006 yıllarında Almanya’da da yoğun olarak işlenmeye başlanan, ileride kısaca değineceğim, sözde “Ermeni soykırımı” konusu da, Türklere karşı soyut bir ‘stigma yaratma’ kategorisine sokabileceğimiz bir örnektir). Genç Türk kızlarına ve Türk kadınlarına türban taktırılarak ve daha sonra bu insanlarımızı işaret parmağıyla gösterip “terörist bir din”in temsilcileriymiş gibi bir muameleye tabi tutarak yaratılan stigma üzerinde bu yazının ileriki bölümlerinde de duracağım. Burada öncelikle yapmak istediğim şey, Türk toplumuna yamanmak istenen, “Töre cinayetleri işliyorlar, küçük kızlarını erken yaşlarda zorla evlendiriyorlar!” söyleminin, Alman medyasında ve diğer çeşitli alanlarda (yazılan kitaplarda, verilen konferanslarda...) ortaya konan tartışma biçimiyle, bir çeşit kültür ırkçılığı söylemine dönüştüğünü ortaya sermektir. Bunu yaparken, öncelikle ve ağırlıkla Almanya’da yaşayan Türklere karşı yaratılan diğer bazı stigmaları da tarihsel akışları içinde göstermeye çalışacağım. * Çünkü, bazı konuları anlamak için, onların tarihsel kökenlerine, özde aynı kalırkan, tarihsel süreç içinde aldıkları farklı görünüşlere bakmak gerekir. Böyle bir bakış da ancak bir tezle, bir teoriyle mümkün olabilir. Yapacağım genel tarihsel bakışta ortaya attığım temel tez şudur: Almanya’nın genel Türkler politikası, Türkleri ne asimile etmeye, ne de entegre etmeye yöneliktir. Almanya’daki Türkler bağlamında ortaya çıkan son resim şudur: Türkler, Alman toplumunun kendi kimliğini hissetmesi ve bulması için bir “öteki” (Alm. Gegenvolk) olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla, Almanya’nın Türkleri asimile etmek istediği söylemi asılsız bir efsanedir, çünkü modern dünyanın hiçbir yerinde, aşağılanması, dışlanması... sürdürülen bir azınlığın asimile edilebilmesinin örneği yoktur. Türklerin “öteki” olarak sürekli dışlanabilmeleri, onların çeşitli kültürel özelliklerinin vurgulanması ile, yani “kültür ırkçılığı” yoluyla gerçekleştirilmektedir. Kısacası, Almanya’da Türkler, kültür ırkçılığı işlevi gören çeşitli stigmalar yaratılarak aşağılanmakta ve dışlanmaktadırlar. Bunlara tarihsel akışları içinde genel olarak bir göz atalım. 1982 yılından başlayalım. Bu yıla ait iki kaynak seçtim. Birincisi, “Türkiye ve Almanya’daki Türkler” (Die Türkei und die Türken in Deutschland) başlıklı bir kitap. Eyalet Politik Eğitim Merkezi – Baden Württemberg (Landeszentrale für politische Bildung) tarafından derlenen yazıların oluşturduğu kitabın kapağında, bir camide yerde oturup önlerindeki imama uyarak dua eden Müslüman Türkler resmedilmiş. Yazarı verilmemiş, başlığı, “İki Sandalye Arasında: Almanya’daki Türkler” olan yazının bir yerinde şunlar söyleniyor: “Türkler, diğer Akdeniz ülkelerinin insanları için de söylenebilecek şekilde, doğaları gereği iyimserdirler. Ancak bu insanlar, eğer Almanya’da entegrasyon sözünü duyarlarsa, hemen kötümserliğe yöneliyorlar ve bunu reddediyorlar. Onlardan sadece, Türkiye’nin Batısından gelen birkaç bini, Almanlarla gerilimsiz bir yaşam sürme taraflısıdır (...). Şimdiye kadar başarılamamış olan sorun, Anadolu kökenli Türklerin topluma katılmaları sorunudur. Bu insanlar, kendilerini, hatta Türkiye’deki büyük şehirlere entegre etmekte bile güçlük çekmektedirler.Yasal yollarla gelen Türklerin büyük çoğunluğu, Anadolu kökenlidir”[1]. İkinci kaynağa geçmeden önce soralım: Yukarıdaki tezler ne anlama geliyor? Sanırım şu söylenmek isteniyor: “Türklerin, Anadolulu köylü olmalarından kaynaklanan bazı mental özellikleri vardır. Bu özelliklerin – tıpkı ırksal özellikler gibi – değiştirilmesi mümkün değildir. Türkler, Alman toplumuna uyum sağlayamıyor, çünkü onlarda, değişmez bir mentalite var. Alman toplumunun, bu aşılmaz çelişki karşısında yapabileceği birşey yoktur!..” İkinci kaynak, yine 1982 yılında Tageszeitung’da, “Heidelberger Manifest” adıyla, Heidelberg ve yakın çevresindeki profesörlerin imzasıyla yayınlanan bildirinin bir bölümü: “Halklar, (biyolojik ve sibernetik) olarak yaşayan, birbirinden farklı, yüksek düzen içindeki sistemlerdir ki bu özellikler, genetik ve gelenek yoluyla gelecek kuşaklara aktarılır. Alman olmayan büyük yabancılar kitlesinin, halkımızın varlığının devamını sağlayarak entegre edilebilmesi imkansızdır ve bu entegrasyon çabası, sonunda, çok kültürlü toplumların (multikulturelle Gesellschaft) bilinen etnik facialara düşmesine yol açar. Her halk gibi Alman halkı da, kendi kimliğini sürdürme gibi doğal bir hakka ve yaşadığı bölgede, kendine özgü özelliklerini sürdürme gibi bir hakka sahiptir. Başka halklara duyduğumuz saygı nedeniyle, onların da kendi varlıklarını olduğu gibi sürdürmelerini istiyoruz. Onların içimizde erimelerini (Germanisierung) istemiyoruz. Avrupa deyince, kendi ortak tarihleri içinde yaşatılmaya değer halkların ve ulusların bulunduğu bir organizmayı anlıyoruz. ‘Her Ulus, Tanrısal bir planın bir defaya mahsus olarak ortaya çıkardığı özel bir yüzdür.’ (Solschenizyn)”[2]. Bir yandan, kültür ırkçılığı dolu ifadelerle, Anadolu insanının entegre olma yeteneği taşımadığı söylenirken, diğer yandan da, biyolojik ırkçılıkla örtüşen açıklamalarla, yabancıları (tabii ilk başta Türkler kasdedilmekte) Alman toplumuna entegre veya asimile etmenin Alman halkı için bir felaket olacağı söylenmekte. Bunlara paralel olarak, yine 80’li yıllarda, üniversitelerde, anlı şanlı profesörler, Türklerin Alman toplumuna entegre olmakta çektikleri zorluğu, onların „göçebe zihniyeti“ne bağlamaktaydılar. (Bu tür tezler, 80’li yıllarda, Hannover Üniversitesi’ndeki sosyalbilimler dalında yapılan bazı seminerlerde de ortaya atılmıştı). Bu tezlere göre, Türk gençlerinin şiddet olaylarına karışmaları şöyle açıklanabilirdi: „Türkler, göçebe toplum geleneğinden gelirler. Göçebe toplumlar savaşçı toplumlardır ve göçebe zihniyetine sahip insanlar şiddete eğilimli olurlar...“ Seksenli yılların bir özelliği de, „çok kültürlü toplum“ (multikulturelle Gesellschaft) kavramı adı altında, yabancıların kendi aralarında dayanışmasının engellenmeye çalışılmasıydı. Özellikle Yeşiller’in ABD’den ithal ettikleri bu ideoloji, gerçekten de son çözümlemede başarılı olmuştur. Almanya’daki Türkler’in önemli bir kısmı, bu tez aracılığıyla, „Türk kökenli“ değil, Kürt, Arap, Laz vb. kökenli olduklarını öğrenmişlerdir. Özellikle Kürt asıllı Türk vatandaşlarımıza, kendilerinin Almanlar gibi „İndogermen“ kökenden geldikleri, Almanlara (Nazilerin deyimiyle „üstün ırk“ mensuplarına!) Türklerden ırksal olarak daha yakın oldukları telkin edilmiştir. PKK’nın güdümüne sokulan „Kürt sorunu“, özellikle Yeşiller’in ve diğer açık veya gizli mercilerin desteğiyle, Almanya’daki Türklerin temel sorunu haline getirilmiş, PKK’lılar tarafından 90’lı yıllarda Türk işyerlerine ve kuruluşlarına yapılan yüzlerce saldırı ve sabotaj sonrasında, bu işleri organize eden Kani Yılmaz“ (Faysal Dunlayıcı) da dahil olmak üzere, hiç kimse ceza görmemiştir. Ayrıca, Kaplancılık, Milli Görüşçülük, Süleymancılık, Nurculuk vb. Almanya’da, tıpkı PKK gibi büyük bir „göz yumma“, hatta dolaylı destek görmüştür. Böylece, Türk toplumunun, „çok kültürlü toplum“ adı altında, etnik ve dinsel cephelere bölünmesi sağlanmıştır. Öyle ki, 80’li ve 90’lı yıllar boyunca, Alman partileri ve çeşitli resmi makamları, Türk toplumu içinde, entegrasyonu reddeden dinsel ve etnik gruplara, cemaat ve örgütlere göz yummayı ve dolaylı yollardan destek olmayı kesintisiz sürdürmüşlerdir. Bir yandan böyle bir „hosgörü“ ve dolaylı „destek“ sağlanırken, diğer yandan da, Türk toplumuna yönelik „stigma“ yaratma propagandası aralıksız devam ettirilmiştir. Şimdi bu yeni (veya eskilerinin devamı) stigmalara bir göz atalım. - Bir yandan, „Kürtlerin temsilcisi“ diye PKK’ya göz yumulmuş, diğer yandan da, PKK’nın bulaştığı uyuşturuculuk olayları ve şiddet eylemleri, genel olarak Türk toplumuna mal edilmiştir. Bir yandan Türklerle Kürt asıllı vatandaşlarımız birbirine düşman edilmeye çalışılmış, diğer yandan da, şiddete ve uyuşturuculuğa eğilimli Türkler imajı (stigması) pekiştirilmiştir. Böylece, bir taşla birkaç kuş vurulmuştur. - PKK’nın Türkiye’de yaptığı eylemlere karşı Türk silahlı kuvvetlerinin verdiği mücadele nedeniyle, birçok Alman enteli ve politikacısı, yine Türk(iye) kökenli taşeron enteller ve politikacılar da kullanılarak, Türkiye’ye ve dolayısıyla Almanya’da yaşayan Türklere yönelik hakaretlerde bulunmuşlardır. Örneğin, 90lı yılların Aşağı Saksonya Eyalet Başbakanı Gerhard Schröder, Tansu Çiller’in, PKK eylemleriyle ilgili olarak söylediği „Bu iş ya bitecek, ya bitecek!“ sözünü, „Tansu Çiller Kürt sorununu ‚Endlösung’ yoluyla (kökten yokederek) çözeceğini söylüyor!“ şeklinde değiştirmiş ve 19.05.1994 tarihinde (ki o tarih hem Kurban Bayramı’na, hem de Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı güne denk düşmektedir) yaptığı bu konuşmada, Türkiye’nin Kürt politikasını ağır bir dille eleştirmiştir. Bu, Almanya’daki Türklere, „Sizin başbakanınız, Kürtlere karşı, Tıpkı Hitler’in Yahudilere yaptığı gibi, kökten imha etme (Endlösung) politikası uyguluyor. Öyleyse sizin ülkenizi Nazi kafalılar yönetiyor...“ demekten başka anlam taşır mı? Yine Kürtler bağlamında böylesine bir benzetmeyi, Alman televizyonunda (18.04.1994. Hessen 3, Alabama Programı), Yeşiller Milletvekili Siegfried Martsch yapmıştır. O programda Martsch, tamamen PKK tezlerini savunduktan sonra, bazı durumlarda şiddet kullanma hakkı bulunduğunu, „Nazi döneminde Toplama Kamplarında yaşayanların, Nazilere başkaldırmaya hakları olduğunu, onların direnişlerinin olumlu bir şiddet olduğunu“[3] söyledi. Bu yapılan, Türklere de, Nazilerinki gibi bir leke yamama çabasından başka birşey değildir. Bir çeşit, „Nazi kafalı Türkler“ stigması yaratma uğraşıdır[4]. - Bu dönemlerde bir yandan, „Kürtler’i katleden Türkler“ stigması yaratma çabaları sürerken, diğer yandan da, yıkılan Doğu Bloku’nun (Komünizmin) yerine, „Batı’nın yeni düşmanı“ olarak şekillendirilen „İslam düşmanlığı“ geliştirilmektedir. Bu politikanın Almanya’daki Türk toplumuna düşen iki büyük payı, Kaplancılar ve Milli Görüş’tür. (Süleymancılar, Nurcular vb. gibi diğer gruplar da işin tuzu biberidir). Özellikle Kaplan Hareketi, gerçek gücüyle asla bağdaşmayan bir ölçüde bir öcü (fantom) haline getirilmiş, „Terörist, düşmanlık yayan, entegrasyonu reddeden... İslam“ stigması olarak kullanılmıştır. Metin Kaplan, bir yığın skandal ve „tiyatro“ sonunda, nihayet 2004 yılında Türkiye’ye sürülene kadar, yıllarca, Almanya’da Müslümanlığı ve Müslüman Türkleri karalama stigması işlevi görmüştür. Metin Kaplan dendiğinde akla gelen resim şudur: Arka planda Arapça yazılarla donatılmış, „Anadolu Federe İslam Devleti“ „bayrağı“, onun önünde, elinde kınından çıkarttığı kılıcıyla („Şiddete yönelik İslamın kılıcı!“) Metin Kaplan, onun önünde de, sadece bileği ve eli görünen gizli bir kol tarafından kılıcın yanına sürülen Kuranı Kerim. Resim, İslamın „şiddet ve terör dini“ olduğunu, her gün Almanya’da binlerce insana, kafasına vura vura göstermiştir! (Yine, Milli Görüş’e de yıllardır benzer bir işlev yüklenmiştir. Bu kuruluş da, tıpkı diğer şeriatçı örgütlenmeler gibi, İslamın „fantom“, yani stigma haline getirilmesi, öcü, terör ve entegrasyon karşıtı... olarak alğılanması ve Almanya’daki Türk toplumunun Laik-Antilaik, İnanan-İnanmayan, Başörtülü-Başörtüsüz diye parçalanıp birbirine düşürülmesi doğrultusunda üstüne düşen görevi yapmıştır, yapmaktadır). - Yine 90’lı yıllarda „Kürtleri katleden Türkler“ ve „Terörist İslam“ söylemleriyle yapılandırılan stigmaların yanısıra, „şiddet eğilimlisi Türk“ söylemi/stigması varlığını sürdürmüştür. Bu söylemle ilgili dört örnek vermek istiyorum. Birincisi, Bielefeld’li sosyolog Prof. Dr. Wilhelm Heitmeier’in, „Almanya’daki Türk gençlerinin İslamcı şiddete eğilimli olduklarını ortaya seren“ „bilimsel“ araştırmasıdır. Üzerinde durmayacağım. İkincisi, Kriminolog Pref. Dr. Christian Pfeifer’in, yine „Türk ailelerinin çocuklarını şiddet kullanarak ve ileriki yaşlarda onların da şiddete yönelmelerini sağlayan“ şekilde yetiştirdiklerini ispat ve ilan eden „bilimsel“ araştırmaları. (Yangına körükle gidilen, yapılan genellemelerle şekillenen ve en önemlisi, sonucu zaten araştırmanın başında belli olan bu türden „güdümlü“ çalışmaların, ciddiye alınacak bir yanı yoktur). Üçüncü Örnek, Münih’teki Muhsin Arı örneği. Onlarca şiddet olayına karışmış, 16 yaşındaki, Türk asıllı (ama Almanya’da doğup büyümüş) bu gençe, 90’lı yıllarda, „MEHMET“ adı altında, başka bir alanda tıpkı Metin Kaplan üstlendiği Türkleri şiddet yanlısı gösterme işlevi yüklenmiştir. Adının MEHMET olarak seçilmesi tesadüf değildir. Bazı Türkler nasıl her Almanı HANS olarak görüyorsa, Bayernli politika-sosyoloji mühendisleri de Muhsin Arı’ya MEHMET ismini bilinçli olarak takmışlardır[5]. Mehmet’lere, yani Türklere yönelik „şiddet eğilimliler“ lekesi, yani bir stigma yaratmak, veya zaten var olan stigmayı pekiştirmek için. Dördüncü örnek, Alice Schwarzer’in yönettiği, Feminist’lerin dergisi „Emma“dan. 1993 yılında, Solingen’de üç Türkün Neonazilerce öldürülmesinden sonra, Türk geçleri Solingen sokaklarında gösteri yaparken, banka ve işyerlerinin camlarını kırdılar. Emma’daki yazıda, Neonazi gençlerin yabancıları öldürmesiyle, Türk gençlerinin (yazarlar, bunlara „İslamcı gençler“ diyor!) camları kırmalarını aynı kökene dayandırılarak açıklanıyor: İslam erkekleri, tıpkı Neonazilerin yaptığı gibi, erkekçe güdülerle ortalığı vahşice kırıp dökmüşlerdir[6]. Böylece olay çözülüyor: „Neonaziler’le Türk (‚İslam’) gençleri arasında fark yok. ‚İslam gençleri’, vahşidir“. Emma’nın savaşçıları, bunu okuyucularına ispat etmek için, şöyle bir resim koymuşlar dergilerine: Bir kurban kesimi sırasında, ellerinde kurbanı kestikleri bıçakları tutan Türk erkekleri çömelmiş poz veriyorlar. Bir yanlarında kesilmiş hayvan, yerde hayvanın kıpkırmızı kanı görülüyor. Mesaj şu: „Türk erkekleri kanlı bıçaklı...“[7]. - 90’lı yılların sonundan başlayarak, 2005’e kadar özellikle üzerinde durulan stigma sembolü, „türban“dır. (Başörtüsü demiyorum, çünkü, türbanın, annelerimizin, teyzelerimizin taktıkları başörtüsüyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Türban, ABD’yle birlikte çalışan petro-dolar zengini Arap ülkelerinden karanlık yollarla ve amaçlarla ithal edilmiş, belirgin bir politik semboldür). İlginç olan, (aslında, şimdiye kadar sözünü ettiğim stigma yaratma tezini doğruladığı için pek de beklenmedik olmayan!) oyun şudur. Almanya’da bazı merciler, Şeriatçı Türk örgütlenmelerine göz yumarak, hatta onları dolaylı yollarla destekleyerek, Türk kızlarının ve kadınlarının türban takmalarını sağlamaktadırlar. Bu tezimi, onların veya bu işe pasif de olsa destek verenlerin, “Burada savunulan inanç özgürlüğüdür!” bahanesiyle, komplo teorisi diyerek reddetmeleri doğaldır. Ancak, stigma teorisinin mantığı ve yaşanan birçok olay, bunun inanç özgürlüğüyle ilgisi olmadığını göstermektedir. Örneğin, Berlin’de, İslam din derslerini verme yetkisi, Milli Görüş’ün güdümündeki bir Federasyona verilmiştir ki, Milli Görüş, Türk kızlarının spor ve yüzme derslerine katılmasını reddetmekte, Türk kızlarının Müslümanlık gereği türban takmaları gerektiğini söyleyip türbanı yaygınlaştırma faaliyetlerinde bulunmaktadır. (Tabii Milli Görüş bu doğrultuda yalnız değildir. Onun gibi, Alman devletinin çeşitli mercilerince göz yumulan veya dolaylı yollarla desteklenen onlarca “İslami” örgüt, bu Türk kızlarını örttürme faaliyetlerinin içindedir). Almanya’nın politik ve hukuk mercileri, belli bir yere kadar göz yumdukları veya destekledikleri bu türban taktırma faaliyetlerine, iş devlet okulunda öğretmen veya herhangi bir yerde memur olarak çalışmaya gelince “dur” demektedirler. Birçok anlı şanlı Alman profesör, – işin garibi özellikle Alman kadın profesörler –, yabancılar uzmanı Alman beyler ve bayanlar, insan hakları ve demokrasi bahanesine sığınarak, Türk kızlarını türbana sokma faaliyetlerini desteklemektedirler. İşin acı yanı, bu anlı-şanlı Alman bay ve bayanlar, kendi iş yerlerinde ve etraflarında türbanlı kadın görmeye – bunu açıkça belli etmeseler de – tahammül edememektedirler. Öte yandan, İslam uzmanı olarak bilinen orientalist profesörler Udo Steinbach ve Peter Heine, türbanın “namuslu Türk kadınının sembolü” olduğunu söyleyebilmektedirler[8]. Böylece, annelerimizin başörtüsünden soyutlanıp politize edilen türban, sonuçta, tıpkı Metin Kaplan, Muhlis Arı vb. ile yapıldığı gibi, Türk toplumunu Alman toplumundan ayırt etmeye ve dışlamaya yönelik bir stigma haline getirilmiştir. Bazı – belirli – iş alanlarında, başka Türk kızlarının da örtülmeleri doğrultusunda kullanılan ve böylece özünde “sürü başı” (Leithammel) işlevini gören az sayıda “aracı” türbanlı Türk kızı ve kadınları dışında, türban takan Türk kızları ve kadınları Alman toplumu tarafından dışlanmakta, onlara, ya üstünlük havasından kaynaklanan acıma duygusuyla ya da dışlayıcı bir nefretle yaklaşılmaktadır. Türbanlı bu kız ve kadınların, çıraklık eğitimi için yer bulmaları, veya kendi eğitimlerine uygun bir iş bulabilmeleri çok zor, neredeyse imkansızdır. Çünkü, “terörist İslam” stigmasıyla damgalanan bir dinin en belirgin temsilcisi olan bu insanlar, önceden, Alman halkının, gördüğünde, Pavlow’un köpeklerindeki şartlı refleksler gibi açık veya gizli korku ve nefret tepkisi göstermesi sağlanan bir STIGMA/TÜRBAN taşımaktadırlar. Türban stigmasının en acı yanı, Davut Yıldızı’nda olduğu gibi, kendini açıkça gösteren bir sembolle ırkçının işini kolaylaştırmasıdır. Normal şartlar altında, başı açık bir Türk kızıyla, kumral saçlı bir Alman kızı arasında görünüş farkı yoktur ki ayrıca, saç boyası denen bir şey de vardır. Ancak, türban, dışlamak için zaten stigma arayan, kendini “özgür”, “demokrat”, “modern” vb. olarak gören Batılılara ve Hıristiyanlara (özellikle kadınlara), zaten kendilerinden saymak istemedikleri Müslüman’ı tanıyıp dışlama imkanı vermektedir. Bu dışlama imkanını sürdürme isteğiyledir ki, nefret ettikleri türbanı el altından desteklemektedirler. - Almanya’da, Türk toplumuna yönelik bir başka stigma yaratma işlevini de sözde “Ermeni soykırımı” tezi görmektedir. PKK’ya karşı mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetlerini Nazilere benzeten zihniyet, aynı oyunu burada da uygulamaktadır. Hiçbir somut kaynağa dayanmadığı halde, birçok Alman, yapılan beyin yıkamalar sayesinde, Hitler’in, kendilerinin yaptığı Yahudi soykırımının unutulacağını belirtmek için, güya, “Ermeni soykırımından artık kim sözediyor ki?” dediğine inanmaktadır, inandırılmıştır. Nihayet Almanya Parlamentosu, 16 Haziran 2005 tarihindeki oturumunda, “Türkler Ermenilere Soykırım yapmışlardır” şeklindeki kararı kabul etmiştir. Böylece, Almanya’daki Türkler, Nazilere benzer bir stigmaya maruz bırakılmak istenmektedirler: “Soykırım yapan bir milletin mensupları!” * Şimdi, öbürlerinin yanısıra, son iki senedir yürürlüğe koyulmuş stigmaya, bu yazımın başlığını oluşturan, Türk toplumundaki “Töre cinayetleri ve kızları zorla evlendirme!” konusuna gelelim. Önce, yukarıda da kısaca değindiğim bir olguyu açmalıyım: Türk toplumu içinde stigma oluşturma faaliyetlerinin başarılı olabilmesi için, Alman sosyal ve politik mühendislik uzmanları, gereken “insan malzemesi”ni Türk toplumunun içinden seçmektedirler. Türkiyeli “aracılar”ın büyük bir kısmı, Alman mercilerden, ancak böyle bir işlev görmeye razı olduklarında iş ve sipariş alabilmektedirler. Eğer politik irade, “çok kültürlü toplum” projesinin uygulanmasını istiyorsa, “aracı” Türk, bu politikanın uygulanması için projeler geliştirecek, “çok kültürlü toplum” derneklerinin kurulmasına katkıda bulunacaktır. Çok kültürlü toplum ideolojisi sona erip, yerine “kültürlerarası çalışma” (“interkulturelle Arbeit”) kavramı ve projesi konulduysa, artık bu ad altında dernekleşilecek, bu doğrultuda faaliyetlerde bulunulacaktır. “Töre cinayetleri ve kızları erken evlendirme” konusu Türklerle ilgili gündemi oluşturacaksa, Türk(iye) asıllı bu aracıların, bu projelere itiraz etme şansları yoktur. İtiraz ederlerse, proje, iş aramakta olan Türk(iye) asıllı başka aracılara verilir. (Öyle ya: Ekmek aslanın ağzındadır ve günlük ekmeğini kazanmak için herkes belirli kompromislere girmelidir!..). Bu aracı kesime, bir ad vermek gerekirse, ben bunlara “entel-kegel” adını verirdim. Entel sözcügü „yarım entellektüel“ anlamına geliyor. Kegel’i de, Almancadaki „Kind und Kegel“ deyiminden aldım. „Kind”, Almanya’nın kendi öz çocuğu olan Almandır. “Kegel” ise, tam öz evlat muamelesi görmeyen ikincil ilişkiden peydah olan çocuk. Alman politik mercilerinin, sosyal mühendislik uzmanlarının Türkler politikasında „aracı“lık işlevi gören, asıl öz çocuk yerine koyulmayan Türkiye kökenliler de „kegel“ kategorisine girmektedir. Entel-kegel’ler toplumun her alanında mevcut. Bunlar, tabii ki durumlarının farkında değiller, olmaları da olanaksız. Çünkü, normal buldukları durumlarından memnunlar. Başka türlü ulaşamayacakları üne ve maddi imkanlara, bu „aracılık“ işleviyle ulaşabiliyorlar. (Özünde bunların Metin Kaplan’dan farkları ne? Biri din ve Allah adına çalıştığını sanarak kendini kullandırtıyor, diğeri demokrasi ve insan hakları adına!). Yaptıklarının, demokrasiyle, insan haklarıyla; halkların, dinsel ve etnik grupların, kültürlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesiyle, modernlikle, inanç hürriyetiyle, medeniyetle vb. ilgili olduğuna gerçekten de inanabiliyorlar. Bu inancın nedeni, sadece menfaatin gerçeği görmeyi engellemesi değil. Ele aldıkları konu, ilk bakışta gerçekten de insan hakları ve demokrasi doğrultusunda faaliyetlermiş gibi görünüyor. „Töre cinayetleri“, „insan hakları“, „kadın hakları“ denince, akan sular duruyor. Mesela bunlardan biri, Türkiye’deki töre cinayetlerini, Türk kızlarının çocuk yaşta evlendirilmesi konusunu araştırıyor. İlk bakışta bunun gayet onurlu bir insan hakları uğraşısı olduğunu düşünebiliyorsunuz. İşte onlar da bu ideolojik büyüden yararlanıyorlar. Ancak, araştırma biçimine ve yapılan genellemelere biraz yakından baktığınızda, yaptıklarının, özünde, örneğin Metin Kaplan veya Muhsin Arı stigmalarının bir devamı olduğunu, manipulasyon peşinde olduklarını anlıyorsunuz. Aynı anda, bütün medya kuruluşları, Türk gençlerinin maço davranışlarından söz ediyor. Töre cinayetleri konusu, tıpkı bir zamanlar Metin Kaplan, Muhsin Arı, türban, „Ermeni soykırımı“ konuları gibi her yerde işleniyor. Töre şiddetini işleyen konulu filmi için, „Türk“ rejisöre (Fatih Akın) Altın Ayı veriliyor. (Kadın oyuncu olarak, daha önce sadece porno filmi çevirmiş bir „Türk“ kızının/ kadınının seçilmesi de, bilinçli bir provakasyon mu acaba?). Zamanın Almanya içişleri bakanı Otto Schily, Türk kızlarının töreler gereği erken yaşta evlendirilmelerini, Türk erkeklerinin Türk kadınlarına ve kızlarına uyguladıkları „İslam kökenli“ baskı ve şiddeti yazdığı kitapta „ispatlayan“, „Türk“ araştımacı kadına (Necla Kelek) Almanya’nın en önemli ödüllerinden olan, aslında ırkçılığa karşı gelenlerin ve hürriyet mücadelesi verenlerin kazanması gereken „Geschwister-Scholl-Ödülü“nü veriyor. Bayan Kelek, ardı arkası kesilmeden, radyolarda, televizyon programlarında, gazetelerde, Türk erkeklerinin „İslamiyet kökenli barbarlıklarını“ ortaya seriyor. Kilise, üniversite, okul gibi kurumların çatısı altında seminerlere, konferanslara çağrılıyor ve oralarda Türklere „demokrasi ve insan hakları“ dersi veren „fikirlerini“ yayıyor. Onun ve bu işten para kazanan bir yığın diğer „aracı“nın hep birlikte Alman toplumuna sundukları Türk resmi (imajı), eski resimlerin, stigmaların bir devamıdır: „Türkler, Töre cinayetleri işleyen bir millettir, kızlarını erken yaşlarda, evlenmek istemedikleri erkeklerle zorla evlendiriyorlar. Türk erkekleri Türk kadınlarına karşı aile içi şiddet uyguluyor. Bütün bunlar demokrasiyle, insan haklarıyla bağdaşmıyor!..“ Evet, böylece, Almanya’daki Türk toplumunun, „Entegre olma yeteneğinden yoksun Anadolu köylüsü“, „Metin Kaplan“, „MEHMET/Muhsin Arı“, „Terör yanlısı İslamcı“, „türbancı“, „şiddete eğilimli genç Türk...“, „Ermeni soykırımcısı“ stigmalarından sonra, babası, Almanya’nın politika mühendisleri olan, ama ebeliğini Necla Kelek ve benzerlerinin yaptığı, nur topu gibi bir stigması daha doğmuş oldu: „Türklerin Töre cinayeti işleme eğilimleri ve kızlarını çocuk yaşta zorla evlendirilmeleri“ stigması. [1] Zwischen den Stühlen: Die Türken in der Bundesrepublik. (Yazarı belirsiz). S. 85-93, burada: s. 88-89. Die Türkei und die Türken in Deutschland. Yayına hazırlayan: Die Landeszentrale für Politische Bildung Baden Württemberg, Stuttgart 1982. [2] Bak. Tageszeitung, 25.01.1982, s. 3. [3] Bkz. Mehmet Şekeroğlu: Alman Demokratlarına Mektuplar. İstanbul 1998, s. 108. [4] Bakınız bu türden benzetmeler konusunda Hagen Schulze ne diyor: „Nazilerce girişilen Yahudi kıyımının rasyonelliğinin ve teknolojik boyutunun benzerine ne Stalin Rusya’sında, ne de Pol Pot Kamboçya’sında rastlamak mümkündür. Kitle katliamının endüstrileşmesi, bir Alman buluşudur.“ (Die Zeit, 08.06.1986). [5] Türk genci Muhsin Arı için özellikle MEHMET adının seçilmesi, bu ada yönelik açık bir psikolojik stigma yaratma çabasıdır. Herhangi bir Mehmet’in, adına yapılan bu saldırı nedeniyle mahkemeye başvurması, Almanya’da hiçbir sonuç getirmeyecek, hatta alay konusu olabilecek bir uğraştır... Bu arada: İş, ayrımcılığa karşı yasa’yı (Antidiskriminierungsgesetz) imzalamaya gelince, Almanya, Avrupa Birliği kurallarına ısrarla direniyor. İsveç, İngiltere, Belçika gibi birçok ülkenin kabul ettiği bu yasa, ırkçılığın ve dışlamanın her türüne karşı ceza yaptımı öngörüyor. Almanya’da, ırkçı bir işveren, diskotek veya daire sahibi, bütün şartları yerine getirmiş olsa bile, kökeni, görünüşü veya dili nedeniyle bir yabancıyı (yabancı olduğu için) kapıdışarı edebiliyor. [6] Bkz. Mehmet Şekeroğlu: Alman Demokratlarına Mektuplar. İstanbul 1998, s. 93-96. [7] Bkz. Emma, Temmuz-Ağustos 1993 Köln, s. 38-39. [8] Peter Heine: Konflikt der Kulturen oder Feindbild Islam, Alte Vorurteile – neue Klischees – reale Gefahren. Freiburg im Breisgau, 1996, s. 139. Udo Steinbach: Ein überschätztes Stück Stoff. Aber auch mehr als ein Kleidungsstück. In: E&W 11-2003, s. 33.