Translate

22 Aralık, 2010

AÇILIMIN YENİ AŞAMASI: DEMOKRATİK ÖZERKLİK - Mehmet Ali GÜLLER 20 Aralık 20120

ABD’nin AKP’ye uygulattığı ve nihai hedefi Irak’ın kuzeyindeki yapıyı da kapsayacak şekilde “Türk-Kürt Federe Devleti” olan “Kürt Açılımı”nda yeni bir aşamaya daha geçildi: Demokratik Özerklik! ABD, ikinci bir İsrail devleti olarak inşa etmek istediği “Büyük Kürdistan” için önce Irak’ı parçalamış ve “Güney Kürdistan”ı kurmuştu; şimdi sırada “Kuzey Kürdistan” var! ABD, Kuzey Kürdistan’ın inşası için hukuki planda Türkiye’ye “BM İkiz Sözleşmeleri”ni kabul ettirdi; askeri planda PKK’yı güçlendirmeyi ve TSK’ya karşı geliştirmeyi sağladı; kültürel planda toplumsal ayrışmanın zeminini yarattı; siyasal planda AKP üzerinden “Kürt Açılımı” uygulayarak, “Diyarbakır merkezli bölgesel özerkliğin” örgütsel inşasına harç sağladı. “Belediyeler Birliği”nden, “Eyalet Modeli” tartışmalarına kadar yapılan ve geliştirilen her “çözüm”, bu siyasal hedefin aşamaları oldu. Bu sürece direnecek kuvvetler de, başta TSK olmak üzere, bir dizi Ergenekon tertibi üzerinden adım adım etkisizleştirildi. DİYARBAKIR, AKP-BDP İTTİFAKIYLA, DEMORATİK ÖZERKLİĞE MERKEZ OLUYOR BDP’nin ilk kez, Öcalan’ın talebi üzerine, 19-20 Haziran 2010 tarihlerinde Diyarbakır’da yaptığı İl ve Belediye Başkanları toplantısında gündeme getirdiği “demokratik özerklik”, Türkiye’nin güneydoğusunu “özerk” hale getirmeyi hedefliyor. Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un eşbaşkanlığını yaptığı Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından 19 Aralık 2010 tarihinde gündeme getirilen “demokratik özerklik” taslağında hedef şöyle çizildi: “Demokratik Özerklik, Kürdistan toplumunu, hukuki, öz savunma, sosyal ekonomik, kültürel, ekolojik ve diplomasi şeklindeki 8 boyutlu örgütleyerek siyasi irade yapıp Demokratik Özerk Kürdistan inşasını hedeflemektedir”. 1 BDP ve PKK’nın Demokratik Özerk Kürdistan diye hedeflediği oluşum, AKP’ye hükümet olabilmenin koşulu olarak sunulan hedefle birebir uyumludur: “Şu anda Amerika’nın da ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ var ya ‘Genişletilmiş Ortadoğu’, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez olabilir. Bunu başarmamız vardır”. 2 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “başarmamız gerek” dediği “Diyarbakır’ı merkez yapma” hedefi, işte BDP’nin dile getirdiği “Demokratik Özerk Kürdistan”ın merkezidir, başkentidir! DTK, DEMOKRATİK ÖZERK YAPININ KONGRESİDİR PKK ve BDP, DTK’nın bir model ve hedef olarak önüne koyduğu “Demokratik Özerklik” ile çok açık olarak, Ankara dışında ayrı bir otoriteyi, iktidarı hedeflemektedir: “Demokratik Özerklik’te siyasi yönetim, tabandan başlayarak köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri biçiminde demokratik konfederal temelde örgütlenmesini yaparak üstte toplum kongresinde temsiliyetini bulur. Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, demokratik Türkiye cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dahil olur. Demokratik Özerk Kürdistan kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir. Ayrıca demokratik özerklik alanında farklı kimlikler de kendi sembollerini kullanır. Bu anlamda demokratik özerklik, Kürt halkının Demokratik Türkiye içinde yaşama iradesidir. Yani Kürt halkının siyasi statüsünü ifade eder. Demokratik özerklik ile asıl karar yetkisi köy, mahalle, şehir meclisi ve delegelerinindir. Her topluluk söz, tartışma ve karar yetkisini halk meclisleri ile yerine getirir. Katılımcı, çoğulcu, doğrudan halk meclisini esas alır”. 3 DTK, bu hedefle, aynı zamanda kendisini TBMM’ye delege gönderen, özerk bölgenin meclisi, kongresi olarak belirlemiştir! İlginçtir, DTK, Anayasa Mahkemesi DEHAP’ı kapatıp, Türk ve Tuğluk’u siyasal yasaklı ilan ettikten sonra, BDP’nin AKP’nin siyasal ve yasal desteğiyle kurduğu bir yapıydı. Öyle ki, siyasal yasaklı Aysel Tuğluk, avukat kimliği ile İmralı’da Öcalan ile görüşmüş ve AKP’ye aracılık yapmıştı! PKK, DEMOKRATİK ÖZERK YAPININ ÖZ SAVUNMA GÜCÜDÜR Demokratik Özerklik taslağında dile getirilen ve çok tartışılan “Öz savunma” konusu da, açık olarak, PKK’yı bu yapının askeri gücü yapmayı ilan etmektir: “Doğada kendini savunmayan hiçbir canlı yoktur. Öz savunma hem varlığına dıştan gelecek saldırıları hem de ahlaki ve politik toplum gerçekliğine karşı içten gelişecek tehlikeleri etkisiz kılmak için hava ve su kadar yaşamsal önemdedir. Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Öz savunma boyutu toplumlar için sadece bir askeri savunma olgusu değildir. Kimliklerini koruma, politikleşmelerini sağlama ve demokratikleşmelerini gerçekleştirme olgusuyla iç içedir. Öz savunma örgütlü topluma dayanır. Örgütlü toplum öz savunmasını en iyi yapan toplumdur. Tüm toplumlarda öz savunma varlığını korumanın olmazsa olmazıdır. Kürtler ilk işgalci ve istilacı güçlerin saldırısından günümüze kadar her türlü işgal ve saldırılara karı varlığını korumak için öz savunma içinde olmuştur. Demokratik özerklik statüsünün kabul edildiği koşullarda öz savunma askeri tekel olarak değil, toplumu iç ve dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların denetimi altında oluşturulabilinir. Şehir, kasaba, mahalle ve köyde yaşayan tüm halklar faşist, gerici ve soykırımcı saldırılara karşı bilinçli ve duyarlı olur, öz savunma esasında bu yönelimler karşısında toplumsal direnişi ifade eder. Öz savunma uluslararası sözleşmeler ve BM tarafından da tanımlanan bir haktır”. 4 TSK SAVAŞMA YETENEĞİNİ YİTİRMEKTEDİR Peki ayrı örgütlenme, ayrı meclis, ayrı yapı, ayrı devlet ile “ayrı” olmayı hedefleyen, kısacası Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını ortadan kaldırmayı hedefleyen bu projeye karşı, anayasal görevi olan kurumların başında kim gelmektedir? Elbette TSK. Peki, Ergenekon tertibiyle adım adım etkisizleştirilen TSK şu anda ne durumdadır? 196 sanıklı Balyoz duruşması, işte bu koşullarda başladı. Muharebe koşulları bakımından düşünüldüğünde, 196 subayın “ölümü” muharebeyi neredeyse kaybettirir! İşte 196 subayını Balyoz soruşturmasıyla ABD’ye teslim eden TSK, maalesef neredeyse diz çökme noktasına gelmiştir. Genelkurmay, BDP’nin üniter yapıya rest çeken “iki ayrı dil” ilanına karşı bir kamuoyu bilgilendirme açıklaması yapmış ama AKP’den “asker kendi işine baksın” 5, BDP’den de “ayar verme çabaları komik görülüyor” 6 yanıtı almıştır! TSK’nın düştüğü bu durum, kuşkusuz, adım adım “mevzi” terk etmesinin neticesidir. Öyle ki, bu mevzileri vere vere, TSK görevini yapamaz hale gelmiştir. Ne acıdır ki, örneğin TSK’nın PKK’lıların peşine düşerek 1.5 kilometre “Irak Kürdistan’ı” sınırı içine girmesi, ABD’nin uyarısı üzerine AKP hükümeti tarafından durdurulabilmiştir! 7 TSK, savaşma yeteneğini adım adım yitirmektedir. KAYNAKLAR: 1 ANF, 19 Aralık 2010 2 Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004 3 ANF, 19 Aralık 2010 4 ANF, 19 Aralık 2010 5 Vatan, 17 Aralık 2010 6 www.haberturk.com, 18 Aralık 2010 7 Taraf, 16 Aralık 2010 www.maliguller.blogspot.com www.odatv.com

14 Haziran, 2010

ERDOĞAN, İSRAİL SÖYLEMİYLE MİLLETİN GAZINI ALIYORMUŞ

Mehmet Ali Güller 14 Haziran 2010

Meğer Erdoğan, İsrail karşıtı söylemleriyle sadece milletin gazını alıyormuş… Meğer eksen kaydığı da yokmuş; AKP, CIA Teorisyenlerinin teorisi doğrultusunda hareket ediyormuş…

Bu bir itiraf…

“Davos’da drama” başlıklı yazımızdan beri onlarca defa tekrar etme pahasına altını çizdiğimiz bir gerçeğin itirafı:

Erdoğan’ın, toplantıyı terk ettikten sonra koridorda, “Ben Perez’e değil, aslında moderatöre ‘one minute’ dedim” sözlerinin itirafı… Erdoğan’ın, mayınlı arazilerin satışına karşı çıkanları Yahudi düşmanlığı ile suçlamasının itirafı… Erdoğan’ın Gazze Konvoyu sonrası çıkardığı “gürültü”ye rağmen, boynunda asılı Yahudi Cesaret Ödülü olan Davut Boynuzu’nu hâlâ taşımasının itirafı... Fetullah Gülen’in Gazze Konvoyu konusunda AKP’ye verdiği “ayar”ın itirafı…

İtiraf AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’ten geldi. Eski Bakan Çelik’in itirafına göre meğer Başbakan antisemitizm artmasın, milletin gazı alınsın diye yüksek perdenden İsrail karşıtlığı yapıyormuş!

Gelin yoruma yer bırakmayacak açıklıktaki bu sözlere yer verelim şimdi. Bakın AKP sözcüsü Hüseyin Çelik Milliyet’ten Devrim Sevimay’ın sorularına ne yanıt veriyor:

Hüseyin Çelik: Türkiye’de antisemitizmin bir geçmişi var. Fakat bizimle birlikte antisemitizm falan yok. Aksine bakın Sayın Başbakan’ın bu çıkışları olmasa Türkiye’de antisemitizm daha çok artar”

Milliyet: “Yani bir anlamda şişede biriken gaz mı kaçırılmış oluyor bu sayede?”

Hüseyin Çelik: Elbette, halk şöyle düşünüyor, ‘Verilmesi gereken tepkiyi benim devletim veriyor zaten’.”

Milliyet: “Ve sakinleşiyor, öyle mi?”

Hüseyin çelik: “Ve sakinleşiyor, çünkü ‘Benim adıma Tayyip Erdoğan konuşuyor’ diyor. One minute çıkışı bundan dolayı insanların uzun yıllar bastırılmış bazı haykırmalarının bir manada temsilciliğini yaptı. Sayın Başbakan Türk milletinin bu manada ve insanlık vicdanının sesi olmaya çalışıyor. AKP, ABD PLANINA UYGUN İLERLİYOR

Dün söylemiştik, bir kez daha yineleyelim:

Davutoğlu’nun 2009’da ABD’ye vaat ettiği gibi “Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak ve bu da soğuk savaş sonrasının yeni dünya düzeni olacaktır”.

Tayyip Erdoğan, tam 34 kez itiraf ettiği şekilde ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin, yani 24 Müslüman ülkenin sınırlarının değiştirilmesi projesinin hâlâ eş başkanıdır!

AKP; ABD’nin teşvikiyle İran’la uranyum takası anlaşması yapmıştır, ABD’nin teşvikiyle İsrail’le kontrollü gerilim uygulamaktadır, ABD’nin yönlendirmesiyle “Arap karşıtı, İsrail müttefiki” görüntüsüne makyaj yapmaktadır, ABD’nin oluruyla, Diyarbakır’ın merkez olacağı yeni bir Ortadoğu Birliği kurmaktadır!

EKSEN KAYMA YOK, ABD GÜZERGAHINDA YOLA DEVAM

Aslında Hüseyin Çelik bu konuda da çok ciddi bir itirafta bulunuyor. Ve bu politikalarda kıblelerinin ABD ve BOP, akıl hocalarının da CIA teorisyenleri olduğunu ortaya koyuyor. Bakın Çelik, aslında eksenlerinin kaymadığını ne güzel dile getirmiş!

Hüseyin Çelik: “Buna rağmen İsrail bugün makûl, mantıklı bir noktaya gelse Türkiye yine arabuluculuk yapmaya hazır. İsrail ne zaman doğru noktaya gelirse biz onun da yanında yer alırız. Çünkü biz kuvvetlinin haklı değil, haklının kuvvetli olması gerektiği tezini savunuyoruz. Bu İsrail de olabilir, ABD de olabilir. Zaten bugün birilerinin anlamadığı Türk dış politikasının özü de budur. Graham Fuller’in (CIA’nin eski Ortadoğu Masa Şefi) ‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ kitabını mutlaka görmüşsünüzdür. Fuller o kitabında Türkiye’nin yeni dış politikasında hangi saiklerin esas olduğunu ifade ediyor”.

Milliyet: “Yani Fuller doğru mu anlamış?”

Hüseyin Çelik: “Bence çok doğru anlamış. Zannedildiği gibi Batı’ya sırtımızı döndük, Batı’dan hayır yok, Ortadoğu’ya dönelim, böyle bir şey yok. AB için sabırla, sonuna kadar, bütün şartları zorlayarak çalışıyoruz, çalışmaya da devam edeceğiz. Ama şunu da söyleyeyim, AB bizim işlerimizi çok kolaylaştırmış olsaydı da biz Afrika’ya yine açılacaktık, Asya’ya, Ortadoğu’ya yine açılacaktık. Tarihi misyonumuza yakışır, 73 milyon nüfuslu, Avrupa’nın 6., dünyanın 17. büyük ekonomisi olan, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip bir Türkiye’nin kendi yapısına uygun bir dış politika yönetmesi gerekir, ki biz de öyle yapıyoruz”.

Son bir alıntı daha yaparak, AKP’nin verili yol haritası üzerinden yolunda devam ettiğini gösterelim. Duayen politikacı Kamran İnan bakın ne diyor:

Richard Perle Washington’un en ileri gelen liderlerinden biridir, savunma bakanı yardımcısıyken tanımıştım, 2002 yılında ‘Yılın Devlet Adamı’ ödülünü almak için Washington’a gittiğimde, bu vesileyle konuşmuştuk... Demişti ki, “Bizim size güvenimiz İngiltere’ye olan güvenle eşittir. Bizim amacımız sizinle el ele vererek Avrasya ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek, sizi bölgenin güç merkezi haline getirmek...Ve bilin ki, biz gelecek sene Irak’ı vuracağız.” Ben bunu geldim sayın hükümete aynen naklettim...” (Vatan Gazetesi, 14 Haziran 2010)

www.maliguller.blogspot.com

www.odatv.com

16 Mayıs, 2010

Und die ARD hat sich auch eingereiht (Hinterhältige ard Sendung von 11.04.2010 )

Dass die Genozid-These nicht das Werk von Historikern und Wissenschaftlern ist, wurde durch die Anerkennung und Verbreitung der Genozid-These seitens nationaler Parlamente untermauert.
Niemand leugnet das gegenseitige Gemetzel und das Leid, den die osmanischen Bevölkerungsgruppen im Zuge des Ersten Weltkrieges erfahren haben, als die Türkei von imperialistischen Mächten angegriffen, ihre politische und physische Existenz in Gefahr geriet.
Der so genannte armenisch-türkische Konflikt ist kein Konflikt zwischen zwei Völkern, die Jahrhunderte lang in Frieden und gegenseitigem Toleranz gelebt haben. Er war und ist ein Konflikt zwischen imperialistischen und unterdrückten Völkern. Aber auch ein Konflikt zwischen zwei unterdrückten Völkern, von denen eines im Zuge des Ersten Weltkrieges in imperialistische Euphorie und Illusionen verfiel: die Errichtung eines ethnisch homogenen Nationalstaates zwischen dem Schwarzen Meer und dem Mittelmeer – ein Groß-Armenien auf einem Territorium, auf dem sie nicht die Bevölkerungsmehrheit bildeten.
Die Tragödie aus türkischer Sicht besteht darin, dass Hunderttausende unschuldige, traditionell friedvolle Menschen und Nachbarn – Armenier, Türken, Kurden – Opfer des Imperialismus wurden. Aus armenischer Sicht besteht die Tragödie darin, dass sie als Volk und Führung rückblickend eingestehen mussten:
1. Instrument und Bauernopfer imperialistischer Großmächte waren (Zaristisches Russland, England, Frankreich) ;
2. fatale Fehler begangen, machtpolitische und –theoretische Realitäten ignorierten; und
3. im Zuge der rechtmäßigen, unumgänglichen türkischen Selbst- und Vaterlandsverteidigung die historisch einmalige Gelegenheit zur Wiedergeburt Groß-Armeniens mit dem Tod und Leid Hunderttausender verspielten.
4. das imperialistische Projekt Groß-Armenien wurde eigenhändig durch seine führenden Militärs und Politiker für alle Male begraben. (Hovhannes Katchaznouni 2006 [1923]: Für die Daschnakzutyun gibt es nichts mehr zu tun. 1. Ministerpräsident
Wir unterstreichen: Weder in der Vergangenheit noch in der Gegenwart war und ist der so genannte türkisch-armenische Konflikt ein Konflikt zwischen Armeniern und Türken. Gestern war er ein Konflikt zwischen den obigen Staaten und der Türkei, heute ein Konflikt zwischen der Türkei und dem US-Imperialismus: Die USA haben ihn reaktiviert und globalisiert.
Die gegenwärtige Instrumentalisierung und „Renaissance“ der Genozid-Behauptungen zwecks Macht, Einfluss und Ressourcen kann nur im Rahmen „Enlarged Middle East and North Afrika Projekt“ verstanden werden, welches die territoriale Integrität der in der Region befindenden Staaten im Visier hat.
Derartige Genozid-Behauptungen bzw. pseudowissenschaftliche Dokumentationen gefährden die Integrationsbereitschaft und -fähigkeit der türkischen Zuwanderer.
Der Dokumentarfilm dient weder der erwünschten türkisch-armenischen Versöhnung noch den deutsch-türkischen Beziehungen.
Als GEZ-Steuerzahlende bzw. Zuschauer der ARD fühlen wir uns durch Ihre Sendung „Aghet - der Völkermord“ enttäuscht und gekränkt. Denn solch eine Sendung impliziert die türkischstämmigen (de facto) Bürger der Bundesrepublik als Nachkommen von Tätern und stigmatisiert sie.
Die filmisch qualvolle Mühe der ganzen Dokumentation hindurch – Gleichnisse zwischen dem Vernichtungskrieg des Dritten Reiches bzw. expansionistischer Staaten und dem Verteidigungskrieg der Türkei – stach zu sehr ins Auge. Diese beiden Konstellationen sind in keinem Punkt miteinander vergleichbar.
Die Dokumentation, ihre Sendezeit, die Wortwahl wie z.B. „Konzentrationslager“, Hitler als Referenz „Wer redet heute noch von der Vernichtung der Armenier?“ zu nehmen und die Art der Inszenierung zielen auf eine andere Zuschauerschicht, der als „Meinungsmachende“ Öffentlichkeit betrachtet werden kann.
Wir möchten Ihnen bzw. Ihren Zuschauern die durch die pseudowissenschaftliche Dokumentation ausgelöste Besorgnis und Kritik mitteilen.
Beyhan Yildirim
ADD-Berlin
(Presse-und Öffentlichkeitsarbeit)

16 Nisan, 2010

Ahmet Türk’ü kim yumrukladı?

Ahmet Türk’e yapılan çirkin saldırı günlerdir gazetelerin ilk sayfalarında, yazarların köşelerinde, televizyonların tartışma programlarında… Bu yoğunluk, saldırının çirkin bir saldırı olmasının ötesinde anlamlar yüklüyor Samsun’daki yaşananlara…
Gelin öncelikle bu saldırının neleri unutturduğunu, kimlerin işine yaradığını ve ne anlama geldiğini somut olaylarla alt alta sıralayalım:
1.. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a Van’da yapılan organize saldırı unutuldu! Ki o saldırıda AKP’lilerin bulunduğu fotoğraflarla saptanmıştı! Baykal’ı her zamanki gibi “iftira atmakla” suçlayan Erdoğan, fotoğraflar karşısında çaresiz kalmış ve Van AKP İl Başkanlığı’na, “olaylarda yer alan CHP’li görüntüsü” bulunması görevi vermişti!
2.. Muş’taki bir olayı, Samsun’a taşıyan hükümet, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bölümünde “iktidar” olamadığını “itiraf” etmiştir. Hukukun evrensel simgesi olan Tanrıça Themis’in bir elinde terazi ama diğer elinde de kılıç olduğu unutulmamalıdır. Çünkü kılıç varsa terazi vardır; kuvvet varsa adalet sağlanır; devlet varsa hukuk uygulanır!
3.. Ahmet Türk’e yapılan çirkin saldırı karşısında Samsun Emniyeti’ne yapılan operasyonu alkışlayanların, Ankara’da eğitim sistemini protesto eden gençlere saldıran polislere benzer tepkiyi göstermemesi, objektiflik ölçütünün “aydın katında” da ortadan kalktığını göstermektedir. Keza hakkını arayan Tekel İşçilerine biber gazı sıkan da aynı polisti!
4.. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Samsun’da delikanlı varsa Hakkari’de, Diyarbakır’da daha iyisi var” mealinde açıklamalar yaparak Samsun’daki saldırıya tepki göstermesi, sağduyulu kesimlerde bile “Saldırının sonuçları, BDP’nin dört gözle beklediği atmosfermiş meğer” yorumlarına yol açtı.
5.. Aslında Ahmet Türk’e yapılan alçakça saldırı, AKP’nin ABD eliyle başlattığı “Kürt Açılımı”nın doğal sonucudur. Açalım:
“Kürt Açılımı” ile birlikte öncelikle kavramlar üzerinden zihinler bölündü. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini özetleyen, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” anlayışının yerine, bizzat hükümet koltuklarından Türklük, Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik pompalandı. Siyasal bir kavram olan Türk, öncelikle ırki bir kavram gibi topluma sunuldu. Ve “madem Türk ırksal isim, o zaman diğer ırkların da isimleri Anayasal güvenceye sokulsun” anlayışı topluma nüfuz edilmeye gayret edildi.
Zihinsel bölünmenin ardından semboller üzerinden toplum bölünmeye başlandı. Bir yandan bayraklara sarılmış asker tabutları, diğer yandan otobüs üzerinden şehir turu attırılan teröristler… Hükümet bir yandan, kendilerine yönelik tepki oluyor diye vatandaşın şehit cenazelerine katılmasını engelliyor fakat diğer yandan da, teröristlerin karşılanma görüntülerini “umut verici” buluyordu…
Ardından haritalarda bölünmeler başlandı… Hükümet, ülkeye çizdiği bir sınır üzerinden politika yapar oldu ve Ana Muhalefeti, ülkenin bu sınırından öteye gidememekle vurmaya çalıştı! Yargıya yönelik saldırılara “TSE (Tunceli-Sivas-Erzincan) hattı”, Ahmet Türk’e yönelik yumruklu saldırıya “Samsun-Trabzon” hattı damga vurdu!
Zihin, sembol, harita… Sırada en tehlikelisi olan “sokak” var!
Şimdi gelin, başlıktaki soruyu bir daha soralım:
Ahmet Türk’ü aslında kim yumrukladı?
Mehmet Ali Güller
16 Nisan 2010

07 Mart, 2010

TASARI GENEL KURULA GİTMEYECEK

Türk basınında Ermeni Tasarısı konusunda bilinmeyenler


Uzun yıllar Sabah Gazetesi'nde Washington muhabirliği yapan Savaş Süzal, ABD Kongresi'nde Komisyon'dan geçen Ermeni Tasırısı hakkında basında çıkan yanlışları düzelten bir yazıyı kendi sitesinde kaleme aldı. Süzel, Obama'nın isterse tasarıyı bu noktaya gelmeden durdurabileceğini söyledi.

İşte Süzal'ın o yazısı:

ABD Kongresi Temsilciler Meclisi'nde oylanan Ermeni soykırımı yasa tasarısı konusunda İstanbul basını ve AKP'li milletvekilleri cehaletlerini kullanarak halkı kışkırtıyor. Basında Çıkan yanlışlar ve doğruları; - Komisyon başkanı oturumu uzatarak oylamada kulis yaptı - Yanlış, ABD Temsilciler Meclisi kurallarına göre Genel Kurul'da bir oylama olduğu zaman milletvekili ve senatörler komisyon toplantılarını durdurarak oylamaya katılır. Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonunda HR 252 sayılı tasarı görüşülürken Genel Kurul salonunda 6 değişik yasa tasarısı için oylama yapıldı. Her oylamaya yarım saat ayırırsanız toplam 3 saat oylamaya gider. Oylama alfabetik sıralamaya göre yapılır. Dolayısıyla saat 10.15 de başlayan orumda konuşmalarla saat 12.30 a kadar devam etti. kendi oylamasına da yarım saat ayırdığını düşünürsek toplantı saat 4.5 ta bittiğine göre geciktirme falan olmadı. Tabii bizim her şeyi bilen basın bu durumu araştırmadığı için milleti dolduruşa getiriyor. Oylamada bir sayı farkla başarı kazanıldı Yanlış. Karşı taraf isteseydi oylama 10 farkla biterdi. Oylamayı yakın bir sayı ile Ermenilere kazandırarak ABD Kongresi, Türkiye'ye düşman olmadığını Kongrenin yarısının da Türkiye'yi desteklediği mesajını vermek istediler. Ayrıca sonda oylamaya katılmayan Teksaslı Demokrat milletvekilinin yasa tasarısının altında destek imzası bulunuyor. Türkiye, İncirliği kapatır, misilleme yapabilir Yanlış, Türkiye İncirliği NATO üssü olduğu için kapatamaz. Kapatırsa NATO'dan çıkar. Büyükelçiyi çekmedi bir haftalığına istişarelerde bulunmak üzere Ankara'ya getirdi. Amaç tepkisiz görünmemek. AKP iktidarı Amerika'ya kafa tutabilecek ne güçte ne de yürekte. Obama yönetimi tasarıya karşı çıktı Yanlış. Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un tasarının altında destek imzaları var. Başkan isteseydi bu tasarı komisyona bile getirilmezdi. ABD Türkiye'ye gücünü göstermek için bu tasarının komisyonda kabul edilmesine izin verdi. Tasarı Genel Kurula gitmeden kadük olacak. Obama yönetimi ciddi şekilde tasarıya karşı çıkmadı.

Kaynak: Odatv.com

05 Mart, 2010

ABD Atatürk'ü soykırımcı ilan etti! - Mehmet Ali Güller

ABD Temsilciler Meclisi Dışilişkiler Komitesi “soykırım” tasarısını kabul etti. En son söyleyeceğimizi en baştan söyleyelim: ABD bu tasarıyla Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı hedef almıştır ve Atatürk’ü soykırımcı ilan etmiştir!
Açalım:
Kabul edilen tasarının 2. Bölümü’nün 1. Maddesi aynen şöyle: “Temsilciler Meclisi şu bulgulara ulaşmıştır: Ermeni Soykırımı, Osmanlı İmparatorluğu tarafından tasarlanmış ve 1915’ten 1923’e kadar uygulanmıştır”.
Böylece Lozan’ı tanımayan ABD, Kurtuluş Savaşımızı da “soykırım” üzerine inşa edilmiş olarak ilan etmeye cüret etmiştir.
ABD’nin her hedefinin odağında Cumhuriyetimiz dolayısıyla Ordumuz olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır.
Ki Ergenekon tertibiyle aranan 1 Numara da, işte bu tasarıyla hedeflenen 1923’tedir! “Komşularla sıfır politika” adı altında izlenen BOP eşbaşkanlığı görevinin gelip dayandığı süreç, Cumhuriyetin tasfiyesi süreci olmuştur! ABD ve AB’nin “Türk tarihinin hakkından gelmek” diye koyduğu hedef aşama aşama uygulanmaktadır! Atatürk’ün fotoğralarını, heykellerini boşuna tartışmaya açmadılar! Boşuna, “Ermeni soykırımı yalandır” diyenleri sahte belgelerle Silivri Zindanı’na atnadılar!
Islak İmza, Belge, Karargah Evleri, Balyoz, Darbe… Hepsi Türk tarihinin hakkından gelmek içindir. Bunu görmeyip olan biteni de “hukuk” çözer diye bekleyenler daha çok bekler!
Hangi hukuk?
İşte o hukuk bugün 1923’ü mahkum etmeye yeltenmiştir!
Türk milleti, neredeyse yollardaki “dikkat askeri araç çıkabilir” yazısını bile, “canım demokrasilerde askeri aracın dışarıda ne işi var, kışlasında kalsın” diyerek kaldırmaya yeltenecek kadar ordusuna düşman olanlara karşı, artık yeter demeli ve ayağa kalkmalıdır!
Vakit çok geç olmadan!
5 Mart 2010

12 Şubat, 2010

Babalar ve Oğulları - Mehmet Ali Güller 12. 2. 10

Başbakan Tayyip Erdoğan, 5 kilo uyuşturucuyla yakalanan yeğeni için, “gereği yapılsın” demiş. Sanki “gereği yapılsın” demese, gereği yapılmayacak! Sanki bu memleket, yakınına dokunulamayan padişahın toprakları… Yarın pek çok yandaş medya mensubu, Erdoğan’ı akraba kayırmamasından ve demokrasiye katkısından dolayı göklere çıkaracaktır… Bu haber, beni 12 yıl öncesine, 11 Mayıs 1998’e götürdü. *** Şişli’de bir araç kırmızı ışıkta durmaz ve karşıdan karşıya geçmekte olan bir kadına çarpar, 35 metre sürükler... Kadın hastaneye kaldırılır. 6 gün komada kaldıktan sonra, yaşama veda eder. Kadın, TRT İstanbul Radyosu Sanatçısı Sevim Tanürek’tir. Kazadan hemen sonra, Belediye’ye ait arazözler, kazanın yapıldığı caddeyi baştan aşağı deterjanlı sularla yıkar! Böylece delil mahiyetindeki 35 metrelik fren izleri ortadan kalkar. Sevim Tanürek’in ölümüne neden olan genç ise Savcının aldığı ifadeden sonra serbest bırakılır. 6 gün sonra Tanürek öldüğünde bile tutuklanmaz. Hatta ilk duruşmaya bile gelmez. Avukatı, gencin, İngiltere’ye dil eğitimi almaya gittiğini söyler… (Emin Çölaşan, Hürriyet, 18 Ekim 1998) Adli Tıp Trafik İhtisas Dairesi, genç için “kusursuz” raporu düzenler. Sevim Tanürek ise 8/8 kusurlu bulunmuştur! (Kusursuz raporunu veren dairenin Başkanı Eyüp Çakmak, 2004 yılında Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdür Yardımcısı olur!). Tanürek’in ailesinin iddiasına göre, ehliyetsiz olan gence, kazadan 3 ay önce alınmış gibi bir de ehliyet düzenlenir. Gencin adı, Ahmet Burak Erdoğan’dır! Kaza tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğludur! *** Kazadan sonra öğrenimini sürdüren Burak’ın 2000 yılında Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nden alınan çürük raporuyla askerlik sorunu da çözülür! Burak 2001 yılında evlenir. Dillere destan bir düğün yapılır. Babasının pozisyonu nedeniyle memleketin bütün ağır topları, ağır hediyeleriyle düğüne koşturur. Düğünde toplanan altınlar, daha sonra babanın mal beyanında servet artışının nedeni olarak sunulur. (Başbakan Erdoğan, mal varlığı ile ilgili olarak mahkemeye verdiği savunmasında, oğlu Ahmet Burak Erdoğan’a düğününde yaklaşık 30 kilo altın takıldığını, 232 milyar değerindeki bu altınları oğlundan aldığı için 120 bin dolar ve 55 bin mark borçlandığını bildirir. Milliyet, 8.2.2009) Burak’ın düğününe 6 bin kişi katılır. Diğer oğul Bilal’in düğünü ise daha da görkemlidir. Erdoğan’ın büyüyen pozisyonu, katılımcı sayısını 14 bine çıkarmıştır! *** Burak 22 yaşındadır… Ama ticarette hızla yükselir… Babasının, Ülker Grubu ürünlerini dağıtan şirketinin yönetimini üstlenir. Daha sonra hisselerini 1.2 trilyon liraya satar. Ve 2007 yılında yüzde 50 ortağı olduğu MB Denizcilik isimli bir şirket kurar, Denizcilik sektörüne girer… 95 metre uzunluğunda Safran 1 isimli kuru yük gemisi satın alır. 95 metrelik gemi, siyasi literatüre “gemicik” olarak girer. Gemiyi satan Hasan Doğan (5 Temmuz 2008’de kalp kriziyle yaşama veda eden Futbol Federasyonu Başkanı), satış fiyatını 2 milyon 325 bin dolar olarak açıklar! Burak gemiyi 500 bin doları peşin 36 ay taksitle satın almıştır! Ayda 72 bin TL ödeyecektir! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan oğlunu şu sözlerle savunur: “Benim oğlum iş yapıyor, o gemiyi de iş yapmak için satın almış. Peki benim oğlum, ailem ne yapsaydı? Yani başkalarının yaptığı gibi komisyon masaları mı kursaydı”. Aslında MB Denizcilik Burak’ın ilk denizcilik şirketi de değildir. Burak Turkuaz isimli, amcası ve kayınpederiyle ortak olan şirketini 2006 yılında 2 milyon TL sermayeli Bumerz Denizcilik isimli şirkete dönüştürmüştür. AKP’li babaların oğulları içinde denizcilikle ilgili bir tek Burak değildir. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın oğlu Erkan da “harika çocuk” olarak gündeme gelir. Vatan gazetesi, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın 24 yaşındaki oğlu Erkan’ın 445 bin avroya feribot aldığını duyurmuştu. Projeye 1.4 milyon TL harcayan “harika çocuk” bu iş için Santour’dan 200 bin avro borç aldığını söylemişti. Santour’un 1 hafta sonra Binali Yıldırım’a bağlı Denizcilik İşletmeleri’nden Ankara feribotunu ihalesiz kiraladığı ortaya çıkmıştı. (Vatan Gazetesi, 14 Temmuz 2003) Santour GmbH firmasının Genel Müdürü Mehmet Koç, haberler üzerine, Hürriyet gazetesine gönderdiği açıklamada, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın eskiden bu firmada bir süre Genel Müdürlük yaptığını belirtti. (Hürriyet, 15 Temmuz 2003) Bu arada Başbakan’ın oğlu Burak’a “gemiciği” satan Hasan bey daha sonra 705 milyon dolara İstanbul’daki İETT Garajı arazisini almaya çalışan(!) Dubai Şeyhi El Maktum’un küçük ortağı olur. Hasan beyin ablası, aynı zamanda Remzi Gür ile evlidir. Remzi bey, Sevim Tanürek’in ölümüne neden olan Burak’ı ve kardeşlerini ABD’de bursuyla okutmuştur, Erdoğan’ın yakın arkadaşıdır. Erdoğan, - daha sonra deşifre olan bir telefon görüşmesinde- Remzi beyden kızına 25 bin dolar göndermesini isteyecek kadar yakındır! (Aydınlık, 25 Ekim 2009) *** Başbakan Erdoğan’ın küçük oğlu Bilal de hızla yükselen bir çizgi izlemiştir iş hayatında. Öğrenimini ABD’de Harward Üniversitesi’nde 2003 yılında tamamlayan Bilal önce Dünya Bankası’nda çalışır! Yurda dönüp 21 günlük dövizli bedelli askerliğini yapar ve “Doruk Izgara Limited Şirketi” ile ticarete atılır. Ancak sonrada Bilal’in altın şirketi Atagold ve kozmetik işi yapan Maye Dış Ticaret şirketlerine de ortak olduğu ortaya çıkar. (Milliyet, 10 Şubat 2009) *** Ya diğer AKP’li babalar ve oğulları..? Cumhurbaşkanı Gül’ün oğlu Mehmet Gül, internet üzerinden ticarete soyunur ve 16 yaşında Ankara Ticaret Odası’na üye olur. Babasının dış ziyaret heyetlerinde yer alır. Bülent Arınç’ın oğlu 23 yaşında TOBB’a siyasi danışman olur. Kemal Unakıtan’ın oğlu Abdullah Unakıtan, 2003 yılında kurduğu AB Gıda firmasıyla kısa sürede en büyük 500 sanayi kuruluşu arasına girer. Melih Gökçek’in oğlu Ahmet, genç yaşta Ankaragücü Spor Klubü’ne başkan olur. Vd. Vs. *** İşte, oğluna “Başbakan’ın oğlu ticaret yapamaz. Bunu nasıl aklından geçirebilirsin. Bir başbakanın oğlu ticaret yapar mı? Utanmıyor musun?” diyen Adnan Menderes’in siyasi mirasını sahiplendiklerini söyleyen babaların durumları…

24 Ocak, 2010


DÜNYADA EN GÜÇLÜ OLAN EN YALNIZ DURANDIR*
Onların anısına saygıyla...
Gönül Hürriyet Aydın
Odamın orasında-burasında oluşan kitap yükseltileri yazı masamın üzerinde de oluşmaya başlayınca, kitaplığa ilave yapmayı daha fazla erteleyemeyeceğimi düşünmeye başlıyorum. Yol arkadaşım da tam bu günlerde suskunluğunu bozuyor, ve kitaplığa ilave yapmanın zamanı geldiğini söylüyor. İki gün sonra kolları sıvıyoruz. Rahat çalışabilmemiz için önce kitaplığın ek yapılacak tarafındaki rafları boşaltmalıyız. Boşaltma işini üstleniyorum. Ne olur-ne olmaz, bakarsın gevşeyiverir yol arakadaşımın kolları, kitaplarımın canı yanar. Önce en üstteki resim kataloglarını ve arşiv dosyalarını taşıyorum divanın üstüne. Ardından şiir ve şairler, Türk ve Dünya Tarihi, felsefe, din, politika... derken, divanın üstü doluyor. Yol arkadaşım yeni rafları eklerken –ikea rafları şurdan tut, burdan tut demeyi gerektirmediğinden – divana dönüyorum. Uğur, Nazım, Munch, Nietzsche, Köestler, Einstein... daha nice düşünür-yazar yanyanalar. Huntington-İncil bile aralarında! Çığlığının içinde savrulan Iraklı bir anneyi düşünerek Munch’un kataloğuna uzanırken, Uğur’la, Nazım’la, Nietzsche ile gözgöze gelmeme çabamı yadsımaya çalışmanın sıkıntısını, üzüntüden kaçınmanın yanlış birşey olmadığı düşüncesiyle dengelemeye çalışıyorum. Yine de Munch’un resim kataloğunun hemen yanında duran Kuvayi Milliye'nin kapağındaki birkaç dizeye takılıyor gözlerim... gözlüksüz okumam zor! Munch’un incecik, solgun kataloğunu kolumun altına sıkıştırıyor, Nazım’ın Kuvayi Milliye’sini elime alıp karmaşa içindeki masama gidiyorum. Gözlüğüm?... Burada bu kargaşanın içinde bir yerde olmalı... çok geçmeden buluyorum gözlüğümü. Sarışın bir kurda benziyordu. Mavi gözleri çakmak çakmaktı Yürüdü uçurumun başına kadar, Eğildi, durdu. Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı Nazım’ın sarışın kurda yazdığı mektubu anımsıyorum... Sahi, nerde o mektup?. Bir kitapta mı, dergide mi?... O mektubu bulmalıyım. Evet o mektubu bulup, yazmayı tasarladığım yazının içine koymalıyım. Bu karar rahatlatıyor beni. Gözlüklerimi, Kuvayi Milliye'yi ve Munch’un kataloğunu –ki bakmak amacıyla elime almış olmalıyım- masanın üstündekilerinin üstüne koyarken daha, Kalpaksız Kuvayi Milliyeci soluklanıyor içimde: .... Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den arabağan bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Amerikan üstleri kaldırılsın dedik, sokak ortasanda sorgusuz sualsiz vurdular. .... yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk, kominist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik, kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağmızı daha da dik tutabilmekti çabamız. .... vurulduk ey halkım unutma bizi...
Karşıt duygular esip duruyor içimde. Nietzsche’nin yanına ilişiyorum. Nietzsche ile Huntington arasında duran parlak kırmızı kapaklı İncil(im) ışıl-ışıl.. Ne de mahsum görünüyor!... Irak’a saldırı için istediği bütün koşullar kitabına uydurulduktan hemen sonra, "Yeni Haçlı Seferi"nin başladığını ilan eden Bush’un elinin altındaki İncil ise, -Huntigton ve amaçdaşlarınca- bir Hırıstiyan Müslüman çatışmasının zorunluluğuna inandırılmış, bunu bir yazgı olarak gören 'Stupid White Men' in derin suskunluğuyla gücüne güç katmakta Buch’un...
Nietzsche daha fazla dayanamıyor bu görüntüye:
Dünyaya sadık kalın ve size öte dünyaya ait umutlardan sözedenlere inanmayın, diye haykırıyor. ... Bu suskunluk, diyor Nietzsche, bu suskunluk beni çıldırtacak! Oysa söylediklerimin hepsi onlar için, onlardan yana... buna karşın dinlemiyorlar beni!... Bunun nasıl bir duygu olduğunu Aziz’e sor, Nazım’a sor, Uğur’a sor . Uğur ki, inancın politikaya karıştırılmaması, insani bir gereksinimin sonucu oluşan bu olgunun silaha dönüştürülüp, insana karşı kullanılmaması yolunda ömrünü verdi. Emperyalizmin ahtapol kollarına karşın, Rabıta ile CIA’nın ulu orta aynı yatağa girdiğini, emperyalizmin nerede çıkarı varsa, orada halkları birbirine boğazlatarak güçsüzleştirip kendi egemenliği altına aldığını,: dünyanın saatli bombaya dönmekte olduğunu söyledi-söylüyor... Şöyle bir bakıverin dünyaya, söylediklerinin hangisini doğrulamadı-doğrulamıyor yaşananlar? İşte Bush yeni haçlı seferini ilan ediyor. Ve bir kez daha tanrı amaca indirgeniyor; güçlünün elinde güçsüze karşı kullanılan silaha/ölüme dönüşüyor! İlk haçlı seferinin asıl amacı ipek yollarına el koymakken, o zamanki Bushlar inanmış yığınlara "Tanrı kutsal toprakların geri alınmasını istiyor!" demedi mi?
Tanrı adı karşısında seçeneksiz kalan yığınlar ölüme öldürmeye sürülmedi mi? ... Ne düşünüyorsun, diyor Yol Arkadaşım. Neyi nasıl anlatacağımı bilsem... varmıyor üstüme. Ben Nietzsche’ye , o işine dönüyor. Gözleri Bush’un elinin altındaki kutsal kitaba kilitlenmiş; kendi dışında bir güce güvenip sığınmaya şartlandırılarak, özüne, gücüne yabancılaşmış kör-kütük insanlara kaygılı bir sesle sesleniyor Nietzsche bu kez. Dünyaya sadık kalın ve size öte dünyaya ait umutlardan sözedenlere inanmayın... Öte dünyanın/kendinin savunucusu-koruyucusu olan sömürgen, en güçlü silahını elinden almaya çalışan Nietzsche’yi - defterini dürmeyi daha sonraya bırakarak - şimdilik, duyulmaz-görünmez-bilinmez kılmakla yetiniyor. Nietzsche uğradığı düş kırıklığıyla, Nietzsche adıyla doğan Elisabeth Forster’in çekiştirmelerine direnmekten vazgeçiyor artık... altına sürdüğü koltuğa -çıtını çıkarmadan- oturup gözlerini yere dikiyor: Ki ben, hiçbir şeyden tiksinmedim kendini beğenmiş ırkçıllardan tiksindiğim kadar. Wagnerlere Bismarklardan kalan Fransız, Yahudi düşmanlığı, kendini beğenmişlik; kendi üstünlüğüne inanma aptallığının bir gün insanlığın başına bela olacağını söyledim boyuna. Beni duyulmaz, görülmez, bilinmez bir şeye çevirip, yaşarken yokluğa sürgün ettiler. Nazım, acı-acı gülümsüyor: Ya ben... dilimi/yurdumu aldılar elimden! Bunla da yetinmedi, bir de vatan haini ilan ettiler beni!... Nietzsce telaşla sözünü kesiyor Nazım’ın: O da bir şey mi? Ben ki, üstün ırk savlayıcılarından ve onlara büyük bir mutluluk duyarak inananlardan şeytandan kaçar gibi kaçmış; yaşarken ölü sayılmaya bile bu yüzden katlanmışken, beni –küçük çaplı; ırkçı kız kardeşimin bir iki kalem oyunuyla- faşizmin, ırkçılığın sloganına dönüştürdüler!... Benim önceden gördüğüm ama kimseye anlatamadığım, kimsenin anlamak, duymak istemediği; milyonların yaşamına mal olan, bu eşi-benzeri olmayan ırkçı barbarlıktan sonra bile, adımı bu barbarların gölgesinden kurtarmak için kimse kılını kıpırdatmadı bu topraklarda. Uzaklarda, Georges Bataille diye biri, yüzüncü doğum günümde (1944) yayınlanması amacıyla kaleme aldığı, ama 1945’te yayımlanan kitabında ırkçı gölgeden kurtarılmam, özgünlüğüme kavuşturulmam için ilk adımı attı. Ve yine bu topraklardan uzukta biri, Walter Kauffmann, bu adımı tamamladı. Senin Türkçene de çevrildi bunlar. İlki Nietzsche Üzerine-Kabalca yayınları, diğeri, Nietzsche Heidegger ve Buber – İdea Yayınları. Bugün, dünyaya sadık kalın ve size öte dünyaya ait umutlardan sözedenlere inanmayın, dediğim için nasıl kimse duymuyorsa beni, ırkların bu üçkağıtçılığı içinde olan kimseyle görüşmeyin, dediğimde de kimse duymamıştı... Bu sözünü ettiğim delikanlıların, Bataille ve Kaufmann’ın zorlaması sonunda beni yok sayanlar, belleklerinin karanlık bir köşesinde otura duran kimliklerine karşın, eğilmek zorunda kaldılar bana. Oysa sen, türküler söylendikçe Türk diliyle, seni seviyorm gülüm dendikçe Türk diliyle, anılacağından emindindin. Sen yurdunun yüreğinde olduğunu biliyordun. Yasaklandın, içeri atıldın, vatan haini sayıldın... ne yaptılarsa senle halkının arasına giremediler, görüyorsun! Ama ben, ne yasaklıydım ne tutuklu. Böyleyken görülmüyor, bilinmiyor, duyulmuyordum! Sen yanmazsan, ben yanmazsam /nasıl çıkar karanlıklar aydınlığı.... diyor Nazım, Nietzsche'nin baktığı- yere bakarak.
Uğur’la göz göze geliyoruz... Gözlerimle yüreğim arasındaki iletişim, gözlerimle beynim arasındaki iletişimden milyonlarca kez hızlı. Acıyı nedeninden önce duyuyor insan. Coşkudur amaca giden yolun en iyi koşucusu, tamam-tamam, ama acı da insana özgü. Acı veriyor, üzüyor diye, nerede çıkarı varsa orada yaşamı cehenneme çeviren bu aç gözlü, çıkarcı saldırganı görmezden mi gelmeliyim. Görmezden gelmek bilmekten kaçmaktır. Oysa bilgi güçtür. Yenerse bilgi yener artık kendini gizleme kaygısı bile olmayan bu yabanıllığı. Bak, Amerikalı siyaset bilimci ve Harvard Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı. Amerikan Milli Güvenlik Kurulu Strateji Direktörü, Amerikan Siyasal Bilimler Derneği Başkanı, Foreign Affairs dergisinin kurucusu ve editörü, ve kim bilir bizim bilmediğimiz daha nice sorumlulukları/sanı olan Huntington, İslamın geleceğini karanlık görmesine, ve bunu toplam 541 sayfadan oluşan kitabın 485 sayfasında sık sık yinelemesine karşın bize, Atatürk’ün kurduğu Laik Türkiye’yi yıkıp, islamın çekirdek devleti olmayı öneriyor! Ama dünyanın başına bela edilen -ABD yapımı- yeşil kuşağa ve onun yerli uşaklarına karşın laikliğin gerçek anlamda uygulandığı; hastanelerinin, okullarının duvarlarına dini simgelerin asılmadığı; devletin kararlarına tanrının yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla kimsenin karşı çıkıp karışamadığı, çalışanların aylıklarından tanrısal kurumlara destek amaçlı para kesintisi yapılmadığı bir/tek ülke Türkiye? Bunlar ilgilendirmiyor çok sanlı beyi. Zat-i muhteremin derdi; adı, sömürüye başkaldırı, bağımsızlık gibi kavramlarla özdeşleşmiş olan Mustafa Kemal Atatürk ve onun kurduğu ülke/Türkiye Çünkü –güzelim- sömürgelerine örnek olmuştur O. O’nun kurduğunu yıkarsak, gözdağı olur öbürlerine. Onunla yeşeren özgüven duygusu biçilip, yerine yeniden umutsuzluk, yazgıcılık, güvensizlik ekilmeli; özgür birey kul’a indirgenmelidir ki, Batı tekrar sömürgelerine kavuşsun. Ve onların teri ve kanıyla 1913’lerdeki yükselişine geçsin yeniden. (Irak bu amaç bağlamında yeni bir başlangıç olmanın yanısıra, bağımsız olmak/kalmak isteyenlere gözdağı verme işlevini yerine getirmektedir.) Şimdi daha iyi anlaşılıyor çok sanlı beyin, neden bizi bağımlısı olduğu enrji/petrol yataklarının üstünde yaşayan Müslüman-Arap ülkelerinin çekirdek devleti yapmak istediği. Ve Türkiye'de şeriat devleti kurmak isteyenlerin neden bunca desteklendiği, ve dahi Fetullan Gülen’in, Batı/Hıristiyan değerlerinin savunucusu/koruyucusu olan, bunun için de –özellikle– müslüman ülkelerde ölüme dönen ABD’de ki yıllarcalanmakta olan konukluğu.
Her şey bir yana da, bir Hırıstiyan/Batı-Müslüman çatışması olasılığının çok güçlü oduğu savı üzerine kurulu kitabın yazarının, aynı kitapta bize, kaçınılmaz olarak savaşacakları tarafın başına geçmemizi önermesi nasıl açıklanır? Çok sanlı beyin, emperyalizme (yani Batı’ya) hem de onun, sömürgeleri aracılığyla gücünün doruğunda olduğu bir sırada, kafa tutarak kurulmuş, kendini yoktan var etmiş bir ülkenin yıkılmasını istemesini iki gerekçeyle açıklayabiliriz. Birincisi, bu kitabı yazarken Bey'fendinin başına saksı düşmüş olmalı. Ya da öfke- sindirememe. Sindirim zorluğu çeken insanlar –bizde de örnekleri olduğu üzere- yağsız kapı gibi gıcırdarlar boyuna. Ayrıca, her türlü kullanıma açık; kullanmayı ve kullanılmayı seven insanlardır...
I-ıı, öfkelenmemek gerekir böylelerine. Öfke sahibine zarar verir! Einstein’in hoşuna gidiyor aklımdan geçenler. Beni onaylıyor: Herkes durduğu yere göre görür, diyor. Yine de düşünmeden edemiyorum: Bize, -çoğunluğu Araplardan oluşan- islamın çekirdek devleti olmayı öneren bu pek bildikli Bey, bizim Arap olmadığımızı, ya da Arapların –Muhammed’in ve dahi birçok peygamberin Arap olmasından ötürü- bugün içinde yaşadıkları birçok sorunun nedeni olan bir üstünlük sorunsalı yaşadıklarını bilmiyor mu?... Peki başka inançlarla birarada hoşgörü içinde yaşama geleneği olan şaman Türkmen’in müslümanlaştırılmasının 350-400 yıllık öyküsünü?... Yine aynı Arapların, zorla müslüman yaptıkları bu insanlar Batı Emperyalizmi'ne karşı savaşırken, Batılı/Hıristiyan İngiltere ile birleşerek onları arkadan vurduğunu?...Bunu da mı bilmiyor?!...
Ay- inanmıyorum!... Öğrensin o zaman: Amerika yerlilerinin, önce Beyaz Adam, çok geçmeden –haklı olarak- Beyaz Yabanıl dedikleri Batılı karşısındaki yenilgisiyle koşutluk gösterir bir yenilgi/kabulleniştir şaman Türkmen’in Cihat tutkusuyla zincirlerinden boşalmış, kendini tutkunun ellerine bırakarak ölüme dönüşmüş Araba/islama yenilişi... Canını kurtarmak için müslüman olmak tek seçenek olarak konmuştur önüne... (Aleviliğin, şaman Türkmen’in öncülüğünde Anadoluda hızla yayılmasının kökenlerinde işte bu tek seçeneğe/dayatmaya duyulan tepkinin yanısıra, binlerce yıllık şaman gelenek ve göreneklerin yaşatılması arayışları yatmaktadır.) Beyaz Adam (isteyen Avrupalı desin) göz diktiği topraklardaki kıyımını yasallaştırabilmek için o toprakların sahiplerini vahşi, Türkmen illerine göz diken Araplar da bizi ecüş-mecüş ilan eder. Türkistan’ın -Türklerin yaşadığı yerin- adı Meveraunnehirdir artık... Aynı şekilde, rüzgarın, yaban öküzlerin hörgüçlerinde şarkı, atların toynaklarında türkü çığırdığı, Ulu Ruh’un Geronimolara, Washakielere, Josheplere, Looking Glaslara, Plenty Coups, Little Big Horn, Craz, Hors ve daha nicelerine kutsal ödüncü olan topraklar; konukseverlik gösterdikleri, ekip-biçmeyi öğrettikleri Beyaz Adam tarafından ellerinden alınır, yeni adlarla anılır olur... Yerli halk, Beyaz Adam’ın, en iyi Kızılderili ölü kızılderilidir, dediğini ve amacının onları yeryüzünden silmek, yok etmek olduğunu kavradığında çok geçtir artık. Beyaz Adam’ın yaptıklarına uzun süre tanıklık ettikten sonra: yanlızca son ağaç kesildikten, son ırmak zehirlendikten, son balık yakalandıktan sonra... ancak ondan sonra paranın yenmeyeceğini anlayacaksınız, diyen Creeli bilgenin amacı , .... Beyaz Adamlar her şeye zarar veriyorlar. ... Beyaz Adam’ın dokunduğu her yer acıyor... diyen Wintulu nineyi yatıştırmak değildir. Bugün Beyaz Adam’ın karanlık sularında kokmuş balıklar yüzmekte, danaları delirmekte, tavukları dioksinli yumurta üretmekte... Beyaz adam bunları pek dert etmiyor. Hemen çözüm üretiyor: Deli danaları Afrika’ya gönderir (Nasılsa, Tanrı'nın yer yüzündeki temsilcisinin koyduğu yasakla AIDS’den ölmekteler. Hiç değilse tok ölürler!...)
Dioksinli yumurtaları ve kokmuş balıkları?... Yoksulluk korkusuna kapılan yığınlar ne bulsa yer!
Beyaz Adam'ın asıl sıkıntısı başka: Huntington bunu da dile getiriyor. Batının/Hırıstiyanlığın teknik güçü aracılığı ile dünyaya egemenliği tartışmasız olsa da, demografik olarak (nüfus yoğunluğu) inişe geçtiğine dikkat çekiyor. Müslümanların yanısıra –çekincesizce- Latin Amerikalıları ve Meksikalıları da ABD ve dolayısıylı Batı için ‘demografik’ ve kültürel tehlike olarak gösteriyor!... Sen azalırken onlar hızla çoğalıyor, diye uyarıp duruyor medeniyetini... Nedense 'hep bir tehlikeye/düşmana gereksinim duyuyor' düşmansız yapamıyor "Batılı Değerlerin savunucusu"! Huntington bunları bildiğimizi bilmiyor olabilir. Ama şunu bildiği kesin:
Tayyip Bey ödündür. Kemalizm Ödünsüzlük.
Hak edilmeden, onun bunun/Batının çabasıyla kazanılan sanlar, çabuk terkederler insanı. Ansızın çırılçıplak kalıvermenin acımasızlığı izler onu. Uğur’un o bilge gülüşü ışıldıyor dudağının bir ucunda. Coşkuyla doluyor içim. Artık neden olacakları çağrışımlardan kaçtığım için kitaplara bakmazlık etmiyorum. İşte orda, Arthur Koestler, işte orda On Üçüncü Kabile... Yaklaşık 10-11 yıldır aramama karşın, Avrupa’da yok edilen Yahudilerin –özünde- Hazar Türkleri olduğunu anlatan, sözkonusu kitabının Almancasını bulamadım. Köstler bu kitabı yazarken, Sami karşıtı ilen edilip, yaşama alanının daraltılacağını biliyordu kuşkusuz. Ama kitabının ortadan yok olacağını?...
Benimle olmayan bana karşıdır**
anlayışının egemenliğindeki bir dünyada yaşamak zor... "Son Hazaryalı" romanının yazarı Cahit Ülkü’ye, bir mektup yazıp, On Üçüncü Kabile’yi bulmanın zorluğu konusundaki saptamasının doğru olduğunu söylemek istemiştim romanı bitirir bitirmez.
Çok istediğim ama yapmadığım çok şeylerin arasına katıldı bu istemim de!...
Bütün bunları düşünmeme neden olnan Arthur Koestler’den uzaklaşıp, bulmam gereken, ama ne olduğunu unuttuğum şeyi aramak için, masama gidiyorum. Aradığım şeyin ne olduğunu bulmama yardım edeceği umuduyla, masanın üstündeki şeylere bakıyorum... Yol Arkadaşım, neyin var? diyor. Merdivenin üçüncü basamağında dikilmiş kaygıyla bakıyor bana.
O- ooo! Kötü yakalandım, ellerim yanaklarımda kalakalmışım masanın başında... Kem-küm ediyorum. Ne diyeceğimi bilememenin sıkıntısıyla göz atıyorum ondan yana. "Munch’un çığlığına" dönmüşüm. Çığılığı içinde savrulan ana-baba-çocuk-sevgili... hiç biri değilim oysa. Ama acının yurdu yürek... Hızla ellerimi yanaklarımdan çekip, başımı birşey yok anlamında sallıyorum. Bu arada elime Kuvayi Milliye’yi almışım! İşte bunu algıladığım anda Nazım’ın mektubu geliyor aklıma. Evet unuttuğum şey buydu. O mektubu arayacaktım. Onu bulup bir an önce yazımı yazmaya başlamalıyım. Üzerinde Nazım yazan karton kutuyu alıyorum olduğu yerden. Ve içindekileri bir-bir çıkarıp gözden geçirmeye koyuluyorum. Nazım... Nazım Hikmet... Nazım... Nazım Hikmet Ran.
Niye pek kullanılmıyor Ran. Oysa Nazım'ın, karşısında olduğu bir olguya tepkidir o soyadı: Soyadı kanunu yürürlüğe girer ve Nazım görür ki, ortalık öz-al-ak kandan geçilmiyor. (Bunun nedenleri ayrı bir yazı konusudur) Ozanca uyaklı bir tepki verir. Ran der. Ran. Nazım Hikmet Ran... İşte buldum, evet, aradığım mektubun olduğu dergiyi buldum: (Düşün Ocak 1996, Sayı 5) Yol Arkadaşım, bu defa coşkumun nedenini anlamak istemiyle bakıyor bana. Gülümsüyorum. Masamı toplamaya girişiyorum telaşla... Yazmaya başlayabilirim artık. AYDINLIK AVCILARI Yaşamı bir an önce kendi ayaklarımla adımlamak için sabırsızlandığım dönemlerde önümü aydınlatan; yaşamı algılayışta neden-sonuç ilişkisini gözden uzak tutmamam konusunda beni uyaran; ayrıntıların bütünü oluşturduğunu, bütünü bütün boyutlarıyla kavrayabilmenin yolunun o bütünü oluşturan ayrıntıları bilmekten geçtiğini; yüzeysele, dönemsele/güncele sığınarak varolma çabasının uzun süreli olamayacağını; rüzgar ne yöne esiyorsa o yöne savrulmamayı, Nitzsche’nin deyimiyle; kendini bütünüyle hazlarına kaptırmış, gevşek, pasif, uyumlu zavallı insan olmamayı, ödünsüz yaşam biçimiyle ve eserleriyle kanıtlayan bir ozan Nazım Hikmet. Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim ... diyen evrensel bir ozan. Yüz küsür yaşına girdi geçenlerde. Ve bugün, uzun süredir yapmayı düşündüğüm şeyi yapmaktayım. Nazım’ın az bilinen bir mektubunu sizlerle paylaşmak için yazıyorum. Yıl 1938. Kurucusu ağır hasta olan Türkiye demokrasiye doğru yol alıyor. Emperyalizm, onu topraklarından söküp attıktan beri, kendine güvenle serpilip gelişen bu genç ülkeye baktıkça, hop oturup hop kalkıyor. Bu başı dik delikanlı konumu nedeni ile emperyalizm/Batı için yaşamsal öneme sahip: SSBC’nin yanıbaşında; bir ayağı Asya, diğeri Avrupa. Ne yapıp yapıp bir an önce bu genç, bağımsız, başı dik; coşkulu adımlarla demokrasiye doğru yol alan cumhuriyetin önünü kesmeli. Yoksa herkes istediğini söyleyecek, anadolu halkı bilinçlenecek, Türkiye için daha önce olduğu gibi, şimdi ve gelecekte de asıl tehlikenin ne olduğunu dillendirecek. Nazım Hikmet bu koşullarda evrensel barış, özgürlük ve eşitlik diyor şiirlerinde. En kısa sürede ne yapıp yapıp bunu engellemeli. Ve emperyalizmin ahtapot kolları çok geçmeden karanlığa yatmış, uygun koşulları bekleyen yerli işbirlikçilere ulaşıyor. Onlara aydınlık avcılığı yapma görevi veriyor... Yıl 1938. Nazım Hikmet askeri mahkeme tarafından, suçsuz olduğu tanıklarca dile getirilmesine karşın, askeri ayaklanmaya özendirmekten, suçlu bulunur... Ve şiirleri dilden-dile, elden ele dolaşan ozan 15 yıl hüküm giyer. Bunun üzerine,
Sarışın bir kurda benziyordu. Mavi gözleri çakmak çakmaktı Yürüdü uçurumun başına kadar, Eğildi, durdu. Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı. dizelerinde betimlediği, Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazar. İşte o mektup: Cumhurresi Atatürk’ün yüksek katına, Türk ordusunu “isyana teşvik” ettiğim iddasiyle 15 yıl hapis cezası giydim, şimdi de, Türk Donanması’nı isyana teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. Türk devriminin ve senin adına and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. Askeri isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve devrimci senin karşında alnım açıktır. Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük, bürokrat gizli rejim duşmanlarınca aldatılıyorlar. Askeri isyana teşvik etmedim. Deli, serseri, mürteci, satılmış, devrim ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserine ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını yüklenecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerinin arasındra seni bir Türk şairinin felaketiyle alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse anlıma vurulmak istenen bu “Devrim askerini isyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğin inandığımdandır. Başvurabileceğim büyük devrimci baş sensen. Kemaliz’den ve senden adalet istiyorum. Türk devrimine ve senin başına and içerim ki suçsuzum. Nazım Hikmet
Bu mektup –ayrı kaynaklarda gösterilen ayrı gerekçelerle – o sıralarda ağır hasta olan Atatürk’e verilmez... Ve böylece yurduna-diline-insanına aşık bir ozanın, Nazım Hikmet Ran’ın yaşamında dönüm noktası olabilecek bir gelişmenin önü alınır. Önü alınan Türkiye’dir özünde. Aydınlık avcıları başarmıştır. Türkiye aydınlık barındırmamalıdır üzerinde. Aydınlık, gerçeğin, Türkiye üzerinde oynanan oyunların görünmesi/bilinmesi, gün ışığına çıkması, çıkarılması demektir. Aydınlık avcıları o gün bu gündür ışıklarımızı söndürmek üzere işbaşındalar. Ama, Dört nala gelip uzak Asya’dan, Avrupa’da bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin insanı direngen. İnatçı. Ne Nazım’sız bıraktı bizi, ne de Uğur’suz bırakacak! Midemde usul usul büyüyen bir yangıya karşın bitiyor yazı! Gözden geçirmek istiyorum. Boşuna, gözlerim sözcüklerin üzerinde süzülüyor. Belleğim bomboş; sözcükler imgesiz, çağrışımsız, çıplak. Sanki yabancı bir dilde yazılmış yazı! kalkıyorum yazının başından. Ne yapacağımı bilmezliğin sıkıntısıyla, odada bir-iki tur attıktan sonra, kurtuluşu görüntülü kutuyu (TV) açmakta buluyorum.
Her yerde ölüm, Buch ve incil!
Nitezsche Bush’un elindeki incile saplıyor gözlerini: Onun bize insan yazgısını yöneten tanrısal bilgelik üstüne en son çözümleri getirdiğine, ötesini düşünmemek gerektiğine inanmamızı istemek, gerçekçi bir dile çevrildiğinde şuraya varır: Bunun tam tersinin o acınacak durumun doğru olduğu, yani bugüne dek insanlığın en kötü ellerde kaldığı, en yeteneksizlerin, düzencilerin öç güdücülerin, o “ermiş” dedikleri, dünyaya kara çalan, insanlığı lekeleyen kimselerin onu yönettikleri gerçeği su yüzüne çıksın istemiyorlar, diyecek diyecek de, yine kimse dinlemeyecek onu diye bozmuyor suskunluğunu. Çığlıkları içinde savrulan anneleri boyuyor Munch... Nazım, çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler, derken, mavi gözlerindeki acı sesini yakıyor... Yeni Haçlı Seferi Başladı, diyor Busch. Ve tanrı bir kez daha amaca indirgeniyor. .... Batı uygarlığı adına bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldürüldük ey halkım unutma bizi. .... Nietzsche, elinin ayasıyla alnını dövüp duruyor. Ataol Berhamoğlu, daha az Uğur Mumcu’yduk dün / Daha çok Uğur Mumcu’yuz Şimdi... diyor. Yol Arkadaşım rafları kuruyor. Odanın orasında burasında duran kitap yükseltilerini konularına göre ayırıp yerleştirmek benim işim... Ama ne belleğim ne de gövdem birşey yapmak istiyor. Haşhaş çekmiş gibiyim. Elime bir kitap alıp yatağa uzanmak en akıllıca şey. Ahmet Erhan nerde?... Nerde bu kitap, daha dün elimdeydi?.. Şurada olabilir mi? Buradadır belki!... Bu ne... ne arıyor kitapların arasında bu koca dosya?...
Aziz Nesin yazıyor üzerinde. Benim yaptığım bir Aziz Nesin resmi, yine benim yazdığım –onunla ilgili - bir önsöz!... Gazete küpürleri... oğlu Ali’ye yazdığı bir-iki mektubun fotokopisi?... Anımsadım, bunları Nedim’e (Gürsel) gönderecektim, istemişti. Aziz bu mektuplarda Nedim’den sözediyor oğluna. Üzerinde kalem oynatılmamış başsız-sonsuz bu yazı ne böyle? okunaksızlığına bakılırsa benim yazım: Uğur, Nazım, Aziz, bir yazlığın terasında oturmuş, gözlerini akşam güneşinin tutuşturduğu gökyüzünden ayırmadan, söyleşiyorlar. Sözcükleri arada bir rüzgarın önüne düşüp, uzak denizleri aşıyor, arada bir, duygu patlamalarıyla yükselip alçalıyor. Bir ara Aziz, görüntüsünden beklenmeyen bir hızla kalkıp içeri gidiyor. Nazım'la Uğur, nereye gitti bu diye ardından bakınırlarken daha, bir elinde 70’lik rakı, diğer elinde üç ince belli çay bardağıyla, geri geliyor. Parmaklarına geçirdiği bardakları imleyerek, bunlar ucuz, kırılsalar da pek yakmazlar cebimi. Tutumlu olmalıyım tutumlu, karnı doyması gereken çocuklar çoğalıyor ne yazık ki, diyor. Bu kadar! Kısa bir ikilemden sonra yazıyı dosyanın içine, dosyayı aldığım yere koyuyorum. Canım -kokusuna rağman- rakı içmek istiyor...
Yol Arkadaşım, hepsi buysa ucuz atlattık bu günü, diyor. Nietzsche’nin suskunluğuna ilişmeden, Uğur’la, Nazım’la Aziz’le birlikte Ahmet’in anlını sokaklara vurmasına içerlemeden, rakı içip Aşık Veysel’i, Arif’i, Müzeyyen Ablayı, daha kimbilir kimleri dinleyeceğiz... Ray Charles rakıyla gider mi- göreceğiz.
Sevgiden damıtılmış bir hayranlıkla bana bakıyor Yol Arkadaşım. Güzelliğin beş para etmez bu bendeki aşk olmazsa, diye başlıyor Aşık Veysel. Hintli Ramakrischna, aklın ve bilimin ve tüm sözlerin ötesinde aşk var, diye araya giriyor. Yol Arkadaşım, yapacak onca işini bilinmez bir güne erteleyerek, rakı almak için ceketini giyinip evden çıkıyor. * İbsen ** İncil