Canlı varlıkların yaşamının başlaması ve sonlanması, insanoğlunun binlerce yıldır düşündüğü ve yorumlamaya çalıştığı olgulardır.
Özellikle ölüm, yüzyıllar boyu felsefede metafizik ve ontoloji alanlarında temel sorunlardan biri olmuş...tur.
Ölümün kaçınılmazlığı, insanı bu trajik talihsizliğin esrarengiz sırlarını doğaötesinde aramaya ve bir şekilde bunu felsefenin bir sorunsalı haline getirmeye yönlendirmiştir. ’’Nereden Geldiğimiz ve Nereye Gittiğimiz’’ ile söz konusu olan doğumla birlikte can ve ruh kazanan beden midir? Yoksa beden kazanan ruhun kendisi midir?
Hayati faaliyetleri duran bedenin ardından “ruh” dediğimiz şey yoluna devam mı etmektedir? Kısaca ölüm bir son mudur yoksa başlangıç mı? ... İnsanın ölüm düşüncesini şekillendiren, dünyaya geliş nedenine dair inançlardır. Bu inançlardan yola çıkılarak iki tür felsefe odağı oluşturulmuştur. Bunlar, yaradılış ve varoluş teorileridir.
İnsanoğlu bu teorilerden hangisine inanmış ise yaşam ve ölüm düşüncesi de bu inanç çerçevesinde şekillenmiştir. Yaradılış (Akıllı tasarım) teorisi dini esaslar çerçevesinde bir ölüm düşüncesi oluşturur ve insanın bir beden ve bir ruhtan oluştuğunu söyler.
Ölüm olgusuyla, bedenin yok oluşu ve ruhun ölümsüzleşmesi gerçekleşir. Bertrond Russell’in Batı Felsefesi’nde belirttiği gibi; “İlkin erdemlinin yeryüzünde ödüllendirileceğine inanılıyordu. Ama en erdemlilerin bile başına açılan dertler bunun böyle olmadığını gösterdi. Tanrı’nın adaletini kurtarmak, ölümden sonraki armağana ve cezaya inanmayı gerektirdi.”
Yaratılanın yaradana karşı şükran duyguları ve görev olarak algılanan ibadetin mükafaatı olan cennet vaadi ve insanların sonsuz güzel cennet yaşantı umudu ölümü kolaylaştırmakta, geçici kapının kapandığını, sonsuz kapının açıldığını ifade etmektedir. İnançlarının gereğini tam olarak yaşamış olarak huzur içinde gerçekleştiren bir ölüm, bu teorinin ulaşılacak son hedefi olarak görülmektedir.
Varoluş teorisinde ise ölüm, istekler gerçekleştikten ve yaşam zevkleri doyasıya tadıldıktan sonra ulaşılan mutlak sondur. Bu felsefe odağı, yaradılış felsefesinden daha iyimser bir bakış açısıyla bakar ölüme. Özgür insanın bilgeliğinin, ölüm üzerine değil de yaşam üzerine düşünmekte tezahür ettiğini söyleyen ve ölüm korkusundan ölüm düşüncesini zihinden atmak suretiyle kurtulunabileceğini söyleyen Spinoza gibi Leonarda da Vinci de iyi geçirilmiş bir günü keyifli bir uykunun izlemesi gibi iyi yaşanmış bir hayatın ardından mutlu bir ölümün geldiğini söyler ve ölüm korkusunun sefalet ve mutsuzluğun eseri olduğunu iddia eder.
Konu hakkında belki de ilk örnekleri sayılabilecek önermeleri Platon’da görebiliriz. Platona göre, esasında ölümle iç içe yaşamakta olan insanın, ölüm vakti geldiğinde isyan etmesi pek gülünçtür. Baldıran zehiriyle idama mahkûm edilen Socrates’in, korkusuzca hatta dingin bir şekilde ölümü karşılaması bu bağlamda çok önemlidir. Bilge ölümden korkmamaktadır. Çünkü ölüm bir felsefecinin tüm varoluşu boyunca anlamlandırmaya ve anlamaya çalıştığıdır.
Varoluş teorisi çerçevesinde materyalist düşünceye göre, insan varlığı öldüğü zaman tümüyle sona erer. Bedenin ölümden sonra gerçekleşen “ruhun ölümsüzlüğü” inancına şiddetle karşı çıkar. Bu dünyaya bir defa gelindiğini belirtir. Ölüm korkusunun aşılması gerektiğini vurgular. Kısacası yaşamın nedenini bilen insan, ölümün de nedenini bilir ve ölümden korkmaz.
İster dünyanın devingen ve dinamik hareket kaynağına ilişkin binlerce sorunun gölgesinde varoluş teorisine inanın, isterse her yıl hayata gözlerini yeni açan milyonlarca çocuğa üretim hatası mıdır İddiaları gölgesinde yaradılış teorisine inanın. Ama ölüm söz konusu olunca, nedeni ne olursa olsun, hangi yaşamın sonu olursa olsun ölüm, kaçınılmaz bir sondur.
Ancak her şeye rağmen “ Her Canlı Bir gün Ölümü Mutlaka Tadacaktır “ buyruğu çerçevesinde güzel bir yaşamın ardından güzel bir ölümün geleceğini düşünerek, Yunus’un ‘Yaratılanı Sevelim Yaratan’dan Ötürü’ söylemini unutmadan ve yazar Robin Sharma’nın dediği gibi, biz yaşayan insanlar olarak, “ellisinde ölüp, yetmişinde gömülenlerden” olmayalım.
Mutlulukla ve sağlıkla dolu bir yaşam dileklerimle…
Bu yazı bilim ve ütopya dergisinin ağustos 2010 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder