Translate

24 Ocak, 2010


DÜNYADA EN GÜÇLÜ OLAN EN YALNIZ DURANDIR*
Onların anısına saygıyla...
Gönül Hürriyet Aydın
Odamın orasında-burasında oluşan kitap yükseltileri yazı masamın üzerinde de oluşmaya başlayınca, kitaplığa ilave yapmayı daha fazla erteleyemeyeceğimi düşünmeye başlıyorum. Yol arkadaşım da tam bu günlerde suskunluğunu bozuyor, ve kitaplığa ilave yapmanın zamanı geldiğini söylüyor. İki gün sonra kolları sıvıyoruz. Rahat çalışabilmemiz için önce kitaplığın ek yapılacak tarafındaki rafları boşaltmalıyız. Boşaltma işini üstleniyorum. Ne olur-ne olmaz, bakarsın gevşeyiverir yol arakadaşımın kolları, kitaplarımın canı yanar. Önce en üstteki resim kataloglarını ve arşiv dosyalarını taşıyorum divanın üstüne. Ardından şiir ve şairler, Türk ve Dünya Tarihi, felsefe, din, politika... derken, divanın üstü doluyor. Yol arkadaşım yeni rafları eklerken –ikea rafları şurdan tut, burdan tut demeyi gerektirmediğinden – divana dönüyorum. Uğur, Nazım, Munch, Nietzsche, Köestler, Einstein... daha nice düşünür-yazar yanyanalar. Huntington-İncil bile aralarında! Çığlığının içinde savrulan Iraklı bir anneyi düşünerek Munch’un kataloğuna uzanırken, Uğur’la, Nazım’la, Nietzsche ile gözgöze gelmeme çabamı yadsımaya çalışmanın sıkıntısını, üzüntüden kaçınmanın yanlış birşey olmadığı düşüncesiyle dengelemeye çalışıyorum. Yine de Munch’un resim kataloğunun hemen yanında duran Kuvayi Milliye'nin kapağındaki birkaç dizeye takılıyor gözlerim... gözlüksüz okumam zor! Munch’un incecik, solgun kataloğunu kolumun altına sıkıştırıyor, Nazım’ın Kuvayi Milliye’sini elime alıp karmaşa içindeki masama gidiyorum. Gözlüğüm?... Burada bu kargaşanın içinde bir yerde olmalı... çok geçmeden buluyorum gözlüğümü. Sarışın bir kurda benziyordu. Mavi gözleri çakmak çakmaktı Yürüdü uçurumun başına kadar, Eğildi, durdu. Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı Nazım’ın sarışın kurda yazdığı mektubu anımsıyorum... Sahi, nerde o mektup?. Bir kitapta mı, dergide mi?... O mektubu bulmalıyım. Evet o mektubu bulup, yazmayı tasarladığım yazının içine koymalıyım. Bu karar rahatlatıyor beni. Gözlüklerimi, Kuvayi Milliye'yi ve Munch’un kataloğunu –ki bakmak amacıyla elime almış olmalıyım- masanın üstündekilerinin üstüne koyarken daha, Kalpaksız Kuvayi Milliyeci soluklanıyor içimde: .... Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den arabağan bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Amerikan üstleri kaldırılsın dedik, sokak ortasanda sorgusuz sualsiz vurdular. .... yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk, kominist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik, kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağmızı daha da dik tutabilmekti çabamız. .... vurulduk ey halkım unutma bizi...
Karşıt duygular esip duruyor içimde. Nietzsche’nin yanına ilişiyorum. Nietzsche ile Huntington arasında duran parlak kırmızı kapaklı İncil(im) ışıl-ışıl.. Ne de mahsum görünüyor!... Irak’a saldırı için istediği bütün koşullar kitabına uydurulduktan hemen sonra, "Yeni Haçlı Seferi"nin başladığını ilan eden Bush’un elinin altındaki İncil ise, -Huntigton ve amaçdaşlarınca- bir Hırıstiyan Müslüman çatışmasının zorunluluğuna inandırılmış, bunu bir yazgı olarak gören 'Stupid White Men' in derin suskunluğuyla gücüne güç katmakta Buch’un...
Nietzsche daha fazla dayanamıyor bu görüntüye:
Dünyaya sadık kalın ve size öte dünyaya ait umutlardan sözedenlere inanmayın, diye haykırıyor. ... Bu suskunluk, diyor Nietzsche, bu suskunluk beni çıldırtacak! Oysa söylediklerimin hepsi onlar için, onlardan yana... buna karşın dinlemiyorlar beni!... Bunun nasıl bir duygu olduğunu Aziz’e sor, Nazım’a sor, Uğur’a sor . Uğur ki, inancın politikaya karıştırılmaması, insani bir gereksinimin sonucu oluşan bu olgunun silaha dönüştürülüp, insana karşı kullanılmaması yolunda ömrünü verdi. Emperyalizmin ahtapol kollarına karşın, Rabıta ile CIA’nın ulu orta aynı yatağa girdiğini, emperyalizmin nerede çıkarı varsa, orada halkları birbirine boğazlatarak güçsüzleştirip kendi egemenliği altına aldığını,: dünyanın saatli bombaya dönmekte olduğunu söyledi-söylüyor... Şöyle bir bakıverin dünyaya, söylediklerinin hangisini doğrulamadı-doğrulamıyor yaşananlar? İşte Bush yeni haçlı seferini ilan ediyor. Ve bir kez daha tanrı amaca indirgeniyor; güçlünün elinde güçsüze karşı kullanılan silaha/ölüme dönüşüyor! İlk haçlı seferinin asıl amacı ipek yollarına el koymakken, o zamanki Bushlar inanmış yığınlara "Tanrı kutsal toprakların geri alınmasını istiyor!" demedi mi?
Tanrı adı karşısında seçeneksiz kalan yığınlar ölüme öldürmeye sürülmedi mi? ... Ne düşünüyorsun, diyor Yol Arkadaşım. Neyi nasıl anlatacağımı bilsem... varmıyor üstüme. Ben Nietzsche’ye , o işine dönüyor. Gözleri Bush’un elinin altındaki kutsal kitaba kilitlenmiş; kendi dışında bir güce güvenip sığınmaya şartlandırılarak, özüne, gücüne yabancılaşmış kör-kütük insanlara kaygılı bir sesle sesleniyor Nietzsche bu kez. Dünyaya sadık kalın ve size öte dünyaya ait umutlardan sözedenlere inanmayın... Öte dünyanın/kendinin savunucusu-koruyucusu olan sömürgen, en güçlü silahını elinden almaya çalışan Nietzsche’yi - defterini dürmeyi daha sonraya bırakarak - şimdilik, duyulmaz-görünmez-bilinmez kılmakla yetiniyor. Nietzsche uğradığı düş kırıklığıyla, Nietzsche adıyla doğan Elisabeth Forster’in çekiştirmelerine direnmekten vazgeçiyor artık... altına sürdüğü koltuğa -çıtını çıkarmadan- oturup gözlerini yere dikiyor: Ki ben, hiçbir şeyden tiksinmedim kendini beğenmiş ırkçıllardan tiksindiğim kadar. Wagnerlere Bismarklardan kalan Fransız, Yahudi düşmanlığı, kendini beğenmişlik; kendi üstünlüğüne inanma aptallığının bir gün insanlığın başına bela olacağını söyledim boyuna. Beni duyulmaz, görülmez, bilinmez bir şeye çevirip, yaşarken yokluğa sürgün ettiler. Nazım, acı-acı gülümsüyor: Ya ben... dilimi/yurdumu aldılar elimden! Bunla da yetinmedi, bir de vatan haini ilan ettiler beni!... Nietzsce telaşla sözünü kesiyor Nazım’ın: O da bir şey mi? Ben ki, üstün ırk savlayıcılarından ve onlara büyük bir mutluluk duyarak inananlardan şeytandan kaçar gibi kaçmış; yaşarken ölü sayılmaya bile bu yüzden katlanmışken, beni –küçük çaplı; ırkçı kız kardeşimin bir iki kalem oyunuyla- faşizmin, ırkçılığın sloganına dönüştürdüler!... Benim önceden gördüğüm ama kimseye anlatamadığım, kimsenin anlamak, duymak istemediği; milyonların yaşamına mal olan, bu eşi-benzeri olmayan ırkçı barbarlıktan sonra bile, adımı bu barbarların gölgesinden kurtarmak için kimse kılını kıpırdatmadı bu topraklarda. Uzaklarda, Georges Bataille diye biri, yüzüncü doğum günümde (1944) yayınlanması amacıyla kaleme aldığı, ama 1945’te yayımlanan kitabında ırkçı gölgeden kurtarılmam, özgünlüğüme kavuşturulmam için ilk adımı attı. Ve yine bu topraklardan uzukta biri, Walter Kauffmann, bu adımı tamamladı. Senin Türkçene de çevrildi bunlar. İlki Nietzsche Üzerine-Kabalca yayınları, diğeri, Nietzsche Heidegger ve Buber – İdea Yayınları. Bugün, dünyaya sadık kalın ve size öte dünyaya ait umutlardan sözedenlere inanmayın, dediğim için nasıl kimse duymuyorsa beni, ırkların bu üçkağıtçılığı içinde olan kimseyle görüşmeyin, dediğimde de kimse duymamıştı... Bu sözünü ettiğim delikanlıların, Bataille ve Kaufmann’ın zorlaması sonunda beni yok sayanlar, belleklerinin karanlık bir köşesinde otura duran kimliklerine karşın, eğilmek zorunda kaldılar bana. Oysa sen, türküler söylendikçe Türk diliyle, seni seviyorm gülüm dendikçe Türk diliyle, anılacağından emindindin. Sen yurdunun yüreğinde olduğunu biliyordun. Yasaklandın, içeri atıldın, vatan haini sayıldın... ne yaptılarsa senle halkının arasına giremediler, görüyorsun! Ama ben, ne yasaklıydım ne tutuklu. Böyleyken görülmüyor, bilinmiyor, duyulmuyordum! Sen yanmazsan, ben yanmazsam /nasıl çıkar karanlıklar aydınlığı.... diyor Nazım, Nietzsche'nin baktığı- yere bakarak.
Uğur’la göz göze geliyoruz... Gözlerimle yüreğim arasındaki iletişim, gözlerimle beynim arasındaki iletişimden milyonlarca kez hızlı. Acıyı nedeninden önce duyuyor insan. Coşkudur amaca giden yolun en iyi koşucusu, tamam-tamam, ama acı da insana özgü. Acı veriyor, üzüyor diye, nerede çıkarı varsa orada yaşamı cehenneme çeviren bu aç gözlü, çıkarcı saldırganı görmezden mi gelmeliyim. Görmezden gelmek bilmekten kaçmaktır. Oysa bilgi güçtür. Yenerse bilgi yener artık kendini gizleme kaygısı bile olmayan bu yabanıllığı. Bak, Amerikalı siyaset bilimci ve Harvard Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı. Amerikan Milli Güvenlik Kurulu Strateji Direktörü, Amerikan Siyasal Bilimler Derneği Başkanı, Foreign Affairs dergisinin kurucusu ve editörü, ve kim bilir bizim bilmediğimiz daha nice sorumlulukları/sanı olan Huntington, İslamın geleceğini karanlık görmesine, ve bunu toplam 541 sayfadan oluşan kitabın 485 sayfasında sık sık yinelemesine karşın bize, Atatürk’ün kurduğu Laik Türkiye’yi yıkıp, islamın çekirdek devleti olmayı öneriyor! Ama dünyanın başına bela edilen -ABD yapımı- yeşil kuşağa ve onun yerli uşaklarına karşın laikliğin gerçek anlamda uygulandığı; hastanelerinin, okullarının duvarlarına dini simgelerin asılmadığı; devletin kararlarına tanrının yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla kimsenin karşı çıkıp karışamadığı, çalışanların aylıklarından tanrısal kurumlara destek amaçlı para kesintisi yapılmadığı bir/tek ülke Türkiye? Bunlar ilgilendirmiyor çok sanlı beyi. Zat-i muhteremin derdi; adı, sömürüye başkaldırı, bağımsızlık gibi kavramlarla özdeşleşmiş olan Mustafa Kemal Atatürk ve onun kurduğu ülke/Türkiye Çünkü –güzelim- sömürgelerine örnek olmuştur O. O’nun kurduğunu yıkarsak, gözdağı olur öbürlerine. Onunla yeşeren özgüven duygusu biçilip, yerine yeniden umutsuzluk, yazgıcılık, güvensizlik ekilmeli; özgür birey kul’a indirgenmelidir ki, Batı tekrar sömürgelerine kavuşsun. Ve onların teri ve kanıyla 1913’lerdeki yükselişine geçsin yeniden. (Irak bu amaç bağlamında yeni bir başlangıç olmanın yanısıra, bağımsız olmak/kalmak isteyenlere gözdağı verme işlevini yerine getirmektedir.) Şimdi daha iyi anlaşılıyor çok sanlı beyin, neden bizi bağımlısı olduğu enrji/petrol yataklarının üstünde yaşayan Müslüman-Arap ülkelerinin çekirdek devleti yapmak istediği. Ve Türkiye'de şeriat devleti kurmak isteyenlerin neden bunca desteklendiği, ve dahi Fetullan Gülen’in, Batı/Hıristiyan değerlerinin savunucusu/koruyucusu olan, bunun için de –özellikle– müslüman ülkelerde ölüme dönen ABD’de ki yıllarcalanmakta olan konukluğu.
Her şey bir yana da, bir Hırıstiyan/Batı-Müslüman çatışması olasılığının çok güçlü oduğu savı üzerine kurulu kitabın yazarının, aynı kitapta bize, kaçınılmaz olarak savaşacakları tarafın başına geçmemizi önermesi nasıl açıklanır? Çok sanlı beyin, emperyalizme (yani Batı’ya) hem de onun, sömürgeleri aracılığyla gücünün doruğunda olduğu bir sırada, kafa tutarak kurulmuş, kendini yoktan var etmiş bir ülkenin yıkılmasını istemesini iki gerekçeyle açıklayabiliriz. Birincisi, bu kitabı yazarken Bey'fendinin başına saksı düşmüş olmalı. Ya da öfke- sindirememe. Sindirim zorluğu çeken insanlar –bizde de örnekleri olduğu üzere- yağsız kapı gibi gıcırdarlar boyuna. Ayrıca, her türlü kullanıma açık; kullanmayı ve kullanılmayı seven insanlardır...
I-ıı, öfkelenmemek gerekir böylelerine. Öfke sahibine zarar verir! Einstein’in hoşuna gidiyor aklımdan geçenler. Beni onaylıyor: Herkes durduğu yere göre görür, diyor. Yine de düşünmeden edemiyorum: Bize, -çoğunluğu Araplardan oluşan- islamın çekirdek devleti olmayı öneren bu pek bildikli Bey, bizim Arap olmadığımızı, ya da Arapların –Muhammed’in ve dahi birçok peygamberin Arap olmasından ötürü- bugün içinde yaşadıkları birçok sorunun nedeni olan bir üstünlük sorunsalı yaşadıklarını bilmiyor mu?... Peki başka inançlarla birarada hoşgörü içinde yaşama geleneği olan şaman Türkmen’in müslümanlaştırılmasının 350-400 yıllık öyküsünü?... Yine aynı Arapların, zorla müslüman yaptıkları bu insanlar Batı Emperyalizmi'ne karşı savaşırken, Batılı/Hıristiyan İngiltere ile birleşerek onları arkadan vurduğunu?...Bunu da mı bilmiyor?!...
Ay- inanmıyorum!... Öğrensin o zaman: Amerika yerlilerinin, önce Beyaz Adam, çok geçmeden –haklı olarak- Beyaz Yabanıl dedikleri Batılı karşısındaki yenilgisiyle koşutluk gösterir bir yenilgi/kabulleniştir şaman Türkmen’in Cihat tutkusuyla zincirlerinden boşalmış, kendini tutkunun ellerine bırakarak ölüme dönüşmüş Araba/islama yenilişi... Canını kurtarmak için müslüman olmak tek seçenek olarak konmuştur önüne... (Aleviliğin, şaman Türkmen’in öncülüğünde Anadoluda hızla yayılmasının kökenlerinde işte bu tek seçeneğe/dayatmaya duyulan tepkinin yanısıra, binlerce yıllık şaman gelenek ve göreneklerin yaşatılması arayışları yatmaktadır.) Beyaz Adam (isteyen Avrupalı desin) göz diktiği topraklardaki kıyımını yasallaştırabilmek için o toprakların sahiplerini vahşi, Türkmen illerine göz diken Araplar da bizi ecüş-mecüş ilan eder. Türkistan’ın -Türklerin yaşadığı yerin- adı Meveraunnehirdir artık... Aynı şekilde, rüzgarın, yaban öküzlerin hörgüçlerinde şarkı, atların toynaklarında türkü çığırdığı, Ulu Ruh’un Geronimolara, Washakielere, Josheplere, Looking Glaslara, Plenty Coups, Little Big Horn, Craz, Hors ve daha nicelerine kutsal ödüncü olan topraklar; konukseverlik gösterdikleri, ekip-biçmeyi öğrettikleri Beyaz Adam tarafından ellerinden alınır, yeni adlarla anılır olur... Yerli halk, Beyaz Adam’ın, en iyi Kızılderili ölü kızılderilidir, dediğini ve amacının onları yeryüzünden silmek, yok etmek olduğunu kavradığında çok geçtir artık. Beyaz Adam’ın yaptıklarına uzun süre tanıklık ettikten sonra: yanlızca son ağaç kesildikten, son ırmak zehirlendikten, son balık yakalandıktan sonra... ancak ondan sonra paranın yenmeyeceğini anlayacaksınız, diyen Creeli bilgenin amacı , .... Beyaz Adamlar her şeye zarar veriyorlar. ... Beyaz Adam’ın dokunduğu her yer acıyor... diyen Wintulu nineyi yatıştırmak değildir. Bugün Beyaz Adam’ın karanlık sularında kokmuş balıklar yüzmekte, danaları delirmekte, tavukları dioksinli yumurta üretmekte... Beyaz adam bunları pek dert etmiyor. Hemen çözüm üretiyor: Deli danaları Afrika’ya gönderir (Nasılsa, Tanrı'nın yer yüzündeki temsilcisinin koyduğu yasakla AIDS’den ölmekteler. Hiç değilse tok ölürler!...)
Dioksinli yumurtaları ve kokmuş balıkları?... Yoksulluk korkusuna kapılan yığınlar ne bulsa yer!
Beyaz Adam'ın asıl sıkıntısı başka: Huntington bunu da dile getiriyor. Batının/Hırıstiyanlığın teknik güçü aracılığı ile dünyaya egemenliği tartışmasız olsa da, demografik olarak (nüfus yoğunluğu) inişe geçtiğine dikkat çekiyor. Müslümanların yanısıra –çekincesizce- Latin Amerikalıları ve Meksikalıları da ABD ve dolayısıylı Batı için ‘demografik’ ve kültürel tehlike olarak gösteriyor!... Sen azalırken onlar hızla çoğalıyor, diye uyarıp duruyor medeniyetini... Nedense 'hep bir tehlikeye/düşmana gereksinim duyuyor' düşmansız yapamıyor "Batılı Değerlerin savunucusu"! Huntington bunları bildiğimizi bilmiyor olabilir. Ama şunu bildiği kesin:
Tayyip Bey ödündür. Kemalizm Ödünsüzlük.
Hak edilmeden, onun bunun/Batının çabasıyla kazanılan sanlar, çabuk terkederler insanı. Ansızın çırılçıplak kalıvermenin acımasızlığı izler onu. Uğur’un o bilge gülüşü ışıldıyor dudağının bir ucunda. Coşkuyla doluyor içim. Artık neden olacakları çağrışımlardan kaçtığım için kitaplara bakmazlık etmiyorum. İşte orda, Arthur Koestler, işte orda On Üçüncü Kabile... Yaklaşık 10-11 yıldır aramama karşın, Avrupa’da yok edilen Yahudilerin –özünde- Hazar Türkleri olduğunu anlatan, sözkonusu kitabının Almancasını bulamadım. Köstler bu kitabı yazarken, Sami karşıtı ilen edilip, yaşama alanının daraltılacağını biliyordu kuşkusuz. Ama kitabının ortadan yok olacağını?...
Benimle olmayan bana karşıdır**
anlayışının egemenliğindeki bir dünyada yaşamak zor... "Son Hazaryalı" romanının yazarı Cahit Ülkü’ye, bir mektup yazıp, On Üçüncü Kabile’yi bulmanın zorluğu konusundaki saptamasının doğru olduğunu söylemek istemiştim romanı bitirir bitirmez.
Çok istediğim ama yapmadığım çok şeylerin arasına katıldı bu istemim de!...
Bütün bunları düşünmeme neden olnan Arthur Koestler’den uzaklaşıp, bulmam gereken, ama ne olduğunu unuttuğum şeyi aramak için, masama gidiyorum. Aradığım şeyin ne olduğunu bulmama yardım edeceği umuduyla, masanın üstündeki şeylere bakıyorum... Yol Arkadaşım, neyin var? diyor. Merdivenin üçüncü basamağında dikilmiş kaygıyla bakıyor bana.
O- ooo! Kötü yakalandım, ellerim yanaklarımda kalakalmışım masanın başında... Kem-küm ediyorum. Ne diyeceğimi bilememenin sıkıntısıyla göz atıyorum ondan yana. "Munch’un çığlığına" dönmüşüm. Çığılığı içinde savrulan ana-baba-çocuk-sevgili... hiç biri değilim oysa. Ama acının yurdu yürek... Hızla ellerimi yanaklarımdan çekip, başımı birşey yok anlamında sallıyorum. Bu arada elime Kuvayi Milliye’yi almışım! İşte bunu algıladığım anda Nazım’ın mektubu geliyor aklıma. Evet unuttuğum şey buydu. O mektubu arayacaktım. Onu bulup bir an önce yazımı yazmaya başlamalıyım. Üzerinde Nazım yazan karton kutuyu alıyorum olduğu yerden. Ve içindekileri bir-bir çıkarıp gözden geçirmeye koyuluyorum. Nazım... Nazım Hikmet... Nazım... Nazım Hikmet Ran.
Niye pek kullanılmıyor Ran. Oysa Nazım'ın, karşısında olduğu bir olguya tepkidir o soyadı: Soyadı kanunu yürürlüğe girer ve Nazım görür ki, ortalık öz-al-ak kandan geçilmiyor. (Bunun nedenleri ayrı bir yazı konusudur) Ozanca uyaklı bir tepki verir. Ran der. Ran. Nazım Hikmet Ran... İşte buldum, evet, aradığım mektubun olduğu dergiyi buldum: (Düşün Ocak 1996, Sayı 5) Yol Arkadaşım, bu defa coşkumun nedenini anlamak istemiyle bakıyor bana. Gülümsüyorum. Masamı toplamaya girişiyorum telaşla... Yazmaya başlayabilirim artık. AYDINLIK AVCILARI Yaşamı bir an önce kendi ayaklarımla adımlamak için sabırsızlandığım dönemlerde önümü aydınlatan; yaşamı algılayışta neden-sonuç ilişkisini gözden uzak tutmamam konusunda beni uyaran; ayrıntıların bütünü oluşturduğunu, bütünü bütün boyutlarıyla kavrayabilmenin yolunun o bütünü oluşturan ayrıntıları bilmekten geçtiğini; yüzeysele, dönemsele/güncele sığınarak varolma çabasının uzun süreli olamayacağını; rüzgar ne yöne esiyorsa o yöne savrulmamayı, Nitzsche’nin deyimiyle; kendini bütünüyle hazlarına kaptırmış, gevşek, pasif, uyumlu zavallı insan olmamayı, ödünsüz yaşam biçimiyle ve eserleriyle kanıtlayan bir ozan Nazım Hikmet. Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim ... diyen evrensel bir ozan. Yüz küsür yaşına girdi geçenlerde. Ve bugün, uzun süredir yapmayı düşündüğüm şeyi yapmaktayım. Nazım’ın az bilinen bir mektubunu sizlerle paylaşmak için yazıyorum. Yıl 1938. Kurucusu ağır hasta olan Türkiye demokrasiye doğru yol alıyor. Emperyalizm, onu topraklarından söküp attıktan beri, kendine güvenle serpilip gelişen bu genç ülkeye baktıkça, hop oturup hop kalkıyor. Bu başı dik delikanlı konumu nedeni ile emperyalizm/Batı için yaşamsal öneme sahip: SSBC’nin yanıbaşında; bir ayağı Asya, diğeri Avrupa. Ne yapıp yapıp bir an önce bu genç, bağımsız, başı dik; coşkulu adımlarla demokrasiye doğru yol alan cumhuriyetin önünü kesmeli. Yoksa herkes istediğini söyleyecek, anadolu halkı bilinçlenecek, Türkiye için daha önce olduğu gibi, şimdi ve gelecekte de asıl tehlikenin ne olduğunu dillendirecek. Nazım Hikmet bu koşullarda evrensel barış, özgürlük ve eşitlik diyor şiirlerinde. En kısa sürede ne yapıp yapıp bunu engellemeli. Ve emperyalizmin ahtapot kolları çok geçmeden karanlığa yatmış, uygun koşulları bekleyen yerli işbirlikçilere ulaşıyor. Onlara aydınlık avcılığı yapma görevi veriyor... Yıl 1938. Nazım Hikmet askeri mahkeme tarafından, suçsuz olduğu tanıklarca dile getirilmesine karşın, askeri ayaklanmaya özendirmekten, suçlu bulunur... Ve şiirleri dilden-dile, elden ele dolaşan ozan 15 yıl hüküm giyer. Bunun üzerine,
Sarışın bir kurda benziyordu. Mavi gözleri çakmak çakmaktı Yürüdü uçurumun başına kadar, Eğildi, durdu. Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı. dizelerinde betimlediği, Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazar. İşte o mektup: Cumhurresi Atatürk’ün yüksek katına, Türk ordusunu “isyana teşvik” ettiğim iddasiyle 15 yıl hapis cezası giydim, şimdi de, Türk Donanması’nı isyana teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. Türk devriminin ve senin adına and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. Askeri isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve devrimci senin karşında alnım açıktır. Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük, bürokrat gizli rejim duşmanlarınca aldatılıyorlar. Askeri isyana teşvik etmedim. Deli, serseri, mürteci, satılmış, devrim ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserine ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını yüklenecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerinin arasındra seni bir Türk şairinin felaketiyle alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse anlıma vurulmak istenen bu “Devrim askerini isyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğin inandığımdandır. Başvurabileceğim büyük devrimci baş sensen. Kemaliz’den ve senden adalet istiyorum. Türk devrimine ve senin başına and içerim ki suçsuzum. Nazım Hikmet
Bu mektup –ayrı kaynaklarda gösterilen ayrı gerekçelerle – o sıralarda ağır hasta olan Atatürk’e verilmez... Ve böylece yurduna-diline-insanına aşık bir ozanın, Nazım Hikmet Ran’ın yaşamında dönüm noktası olabilecek bir gelişmenin önü alınır. Önü alınan Türkiye’dir özünde. Aydınlık avcıları başarmıştır. Türkiye aydınlık barındırmamalıdır üzerinde. Aydınlık, gerçeğin, Türkiye üzerinde oynanan oyunların görünmesi/bilinmesi, gün ışığına çıkması, çıkarılması demektir. Aydınlık avcıları o gün bu gündür ışıklarımızı söndürmek üzere işbaşındalar. Ama, Dört nala gelip uzak Asya’dan, Avrupa’da bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin insanı direngen. İnatçı. Ne Nazım’sız bıraktı bizi, ne de Uğur’suz bırakacak! Midemde usul usul büyüyen bir yangıya karşın bitiyor yazı! Gözden geçirmek istiyorum. Boşuna, gözlerim sözcüklerin üzerinde süzülüyor. Belleğim bomboş; sözcükler imgesiz, çağrışımsız, çıplak. Sanki yabancı bir dilde yazılmış yazı! kalkıyorum yazının başından. Ne yapacağımı bilmezliğin sıkıntısıyla, odada bir-iki tur attıktan sonra, kurtuluşu görüntülü kutuyu (TV) açmakta buluyorum.
Her yerde ölüm, Buch ve incil!
Nitezsche Bush’un elindeki incile saplıyor gözlerini: Onun bize insan yazgısını yöneten tanrısal bilgelik üstüne en son çözümleri getirdiğine, ötesini düşünmemek gerektiğine inanmamızı istemek, gerçekçi bir dile çevrildiğinde şuraya varır: Bunun tam tersinin o acınacak durumun doğru olduğu, yani bugüne dek insanlığın en kötü ellerde kaldığı, en yeteneksizlerin, düzencilerin öç güdücülerin, o “ermiş” dedikleri, dünyaya kara çalan, insanlığı lekeleyen kimselerin onu yönettikleri gerçeği su yüzüne çıksın istemiyorlar, diyecek diyecek de, yine kimse dinlemeyecek onu diye bozmuyor suskunluğunu. Çığlıkları içinde savrulan anneleri boyuyor Munch... Nazım, çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler, derken, mavi gözlerindeki acı sesini yakıyor... Yeni Haçlı Seferi Başladı, diyor Busch. Ve tanrı bir kez daha amaca indirgeniyor. .... Batı uygarlığı adına bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldürüldük ey halkım unutma bizi. .... Nietzsche, elinin ayasıyla alnını dövüp duruyor. Ataol Berhamoğlu, daha az Uğur Mumcu’yduk dün / Daha çok Uğur Mumcu’yuz Şimdi... diyor. Yol Arkadaşım rafları kuruyor. Odanın orasında burasında duran kitap yükseltilerini konularına göre ayırıp yerleştirmek benim işim... Ama ne belleğim ne de gövdem birşey yapmak istiyor. Haşhaş çekmiş gibiyim. Elime bir kitap alıp yatağa uzanmak en akıllıca şey. Ahmet Erhan nerde?... Nerde bu kitap, daha dün elimdeydi?.. Şurada olabilir mi? Buradadır belki!... Bu ne... ne arıyor kitapların arasında bu koca dosya?...
Aziz Nesin yazıyor üzerinde. Benim yaptığım bir Aziz Nesin resmi, yine benim yazdığım –onunla ilgili - bir önsöz!... Gazete küpürleri... oğlu Ali’ye yazdığı bir-iki mektubun fotokopisi?... Anımsadım, bunları Nedim’e (Gürsel) gönderecektim, istemişti. Aziz bu mektuplarda Nedim’den sözediyor oğluna. Üzerinde kalem oynatılmamış başsız-sonsuz bu yazı ne böyle? okunaksızlığına bakılırsa benim yazım: Uğur, Nazım, Aziz, bir yazlığın terasında oturmuş, gözlerini akşam güneşinin tutuşturduğu gökyüzünden ayırmadan, söyleşiyorlar. Sözcükleri arada bir rüzgarın önüne düşüp, uzak denizleri aşıyor, arada bir, duygu patlamalarıyla yükselip alçalıyor. Bir ara Aziz, görüntüsünden beklenmeyen bir hızla kalkıp içeri gidiyor. Nazım'la Uğur, nereye gitti bu diye ardından bakınırlarken daha, bir elinde 70’lik rakı, diğer elinde üç ince belli çay bardağıyla, geri geliyor. Parmaklarına geçirdiği bardakları imleyerek, bunlar ucuz, kırılsalar da pek yakmazlar cebimi. Tutumlu olmalıyım tutumlu, karnı doyması gereken çocuklar çoğalıyor ne yazık ki, diyor. Bu kadar! Kısa bir ikilemden sonra yazıyı dosyanın içine, dosyayı aldığım yere koyuyorum. Canım -kokusuna rağman- rakı içmek istiyor...
Yol Arkadaşım, hepsi buysa ucuz atlattık bu günü, diyor. Nietzsche’nin suskunluğuna ilişmeden, Uğur’la, Nazım’la Aziz’le birlikte Ahmet’in anlını sokaklara vurmasına içerlemeden, rakı içip Aşık Veysel’i, Arif’i, Müzeyyen Ablayı, daha kimbilir kimleri dinleyeceğiz... Ray Charles rakıyla gider mi- göreceğiz.
Sevgiden damıtılmış bir hayranlıkla bana bakıyor Yol Arkadaşım. Güzelliğin beş para etmez bu bendeki aşk olmazsa, diye başlıyor Aşık Veysel. Hintli Ramakrischna, aklın ve bilimin ve tüm sözlerin ötesinde aşk var, diye araya giriyor. Yol Arkadaşım, yapacak onca işini bilinmez bir güne erteleyerek, rakı almak için ceketini giyinip evden çıkıyor. * İbsen ** İncil

Hiç yorum yok: